Yaz tatildir hep. Memleketine dönenler, izine ayrılanlar, turlarla ya da kendi olanaklarıyla geziye çıkanlar, bu mevsimin aylarını kollaştırırlar. Kimileri de dağların, yaylaların özlemiyle yanar tutuşur, bir an önce yaz izinlerinin çıkmalarını beklerler. Kimileri kumsala ve denizin mavi sularına bırakır kendilerini, kimileri de yaylanın topuk otlu, dumanlı, çiseli çimenlerine…

Ancak ister kendi aracıyla, isterse uçakla, otobüsle yapsınlar yolculuklarını, bugünün ekonomik koşullarında, hem de aile bireyleriyle birlikte, çok büyük bir külfettir bu. Geziyi borçsuz zenginler başarabilir. Onlar para harcarken bile para kazanıyorlar, vergiden düşüyorlar.

Çoğu zaman yaşlılar, “yere çakılı ağaçlar” gibidirler. Hareket etmezler. Gideni, geleni izlemek, onlarla sohbet en büyük zevklerindendir. Gurbet dönüşü insanlarla, parklarda, ağaç altlarında, kahve önlerinde, kaldırımlarda, marketlerde buluşur, görüşürler. Hoşbeş giriş faslındandır.

Kıyı köşe kasabalar yazları zenginleşir insandan, nüfusları kabarır. Gidip dönemeyenler var, gelip bulamayanlar… Bir döngünün içindedir insanlar. Hele bizim gibi üççeyrek yüzyılı geçenler yeni yüzler gördükçe, sevinç duyarlar, mutlu olurlar. Kim bilir, belki de biz yaşlıları görenler içlerinden “sen daha ölmedin mi” diye geçirirler. Sevilmeyenler için, buna benzer sözler söylendiğini duydum.

Çoğunlukla İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya, Bursa, Samsun… yöre insanının gittiği yerler. Yazları, kısa bir süreliğine de olsa, fındık bahanesiyle, fındığın verdiğinden çoğunu harcayarak, okullar açılana kadar, göçmen kuş olurlar memlekette, geldikleri gibi kışlık hazırlıklarını alarak çekip giderler. Fasulye, patates, mısır, fındık, olursa kabak, yağ, peynir, çökelek… Her şey o kadar pahalı ki, bütçeye büyük desteği ve katkısı olur.

Biz yaşlılar, belli yerlere takılırız. Çoğunlukla çevremizdeki dostlarladır sohbetimiz. Zaman zaman yan masalardan kimilerinin gözüne biz takılırken, kimilerini de bizim “gözümüz ısırır.” Ya da şurada burada rastlaşırız. Ayaküstü konuşuruz.

Öğrencilerimiz, emekli, dede, anneanne, babaanne olmuşlar. Kiminin saçları dökülmüş, kimi şişmanlamış, göbeği kendinden önde gidiyor. Kimi çökmüş. Özellikle okumayıp “ev kadını olmuş kızlarımız”, belli ki, yaşam koşulları altında, okuyanlardan daha çok yıpranmışlar, yüzleri kırış kırış olmuş, belleri eğrilmiş kemik erimesinden… Sağlıklı mı bilmiyorum, ama okuyup çalışanlar daha derli toplu, daha dinç ve güleçler. Ekonomik özgürlük hem kadınları, hem erkekleri daha bir rahat ve kendine güvenleri yüksek insanlar yapmış.

Sokakta karşılaşıyoruz, parkta, kahvede ya da markette; bir şiir-müzik gecesinde gözlerimi yeşerten kız öğrencilerim… Defterini, düzenini, özenli yazısını örnek diye sınıfa gösterirmişim. Kafasına koymuş, Türkçe öğretmeni olmuş benim gibi. / Tüm sevimlilik ve candanlıklarıyla, tüm içtenlik ve sıcaklıklarıyla yıllar öncesinden çıkıp gelen bir çocuk oluvermişler birden. Bu sevgiyi hak edebilmişsem, ne mutlu bana. / Kimileri öğretmen, ya da öğretim görevlisi, hala çalışıyorlar. Kimileri polis, kimileri asker, kimleri avukat, hakim, savcı, kimileri doktor, kimileri hamallık yapıyor kabzımalda, kimileri pazarlamacılık, kimileri okumamış şoför olmuş, kimileri işçi, anne olmuşlar, baba olmuşlar… Benim öğrencilerim: “Tanıdınız mı beni öğretmenim?” Kimilerine “evet”, kimilerine “hayır” diyorum. Belleğim ihanet ediyor bana.

İsimlerin çoğu silinmiş, ama yüz çizgileri, gözleri, ne kadar şişmanlarlarsa şişmanlasınlar, ne kadar saçları dökülürse dökülsün, ne kadar saçları beyazlarsa beyazlasın, ne kadar kırışırsa kırışsın yüzleri, yüzlerindeki o çocuksu ifade bir yerlerden çıkıp geliyor gözlerimin önüne.

İki üç masa ötemizde oturan bir yüz. Dikkatimi çekti. Baktım. Vazgeçtim. Kimsenin kimseyi gözetim altında tutmaya hakkı yok. Hatta o izlenimi vermeye bile… Kısa bir süre geçti, demek o da farkında, yanıma geldi. Adını söyledi, okuduğu yılları. Sonra dua etti sağlıklı yaşamama. “Ah hocam” dedi, “dilini eşek arısı soksun, derdin bana. Çok uğraştın benimle, ‘dikkat etsen düzeltirsin. Zekisin, çalışkansın.’ Ama olmadı hocam, makine mühendisi oldum, çalıştım, çoluk çocuk sahibi oldum. Emekli oldum, ama hala dilimi düzeltemedim. Dil yüzünden çok utandırdılar beni, çoook!” / Kırk küsur yıl geçmişti aradan.

Yanında dünya tatlısı çocuğu olan bir başka öğrencim, “hocam Türkçeden hiç not alamadım senden, ‘imlanı düzelt gel diyordun’, düzeltemedim, zaten öteki derslerim de iyi değillerdi. Okumadım.” Yanındaki kız çocuğunu göstererek “çocuklarımı okutuyorum” dedi. “Ben okuyamadım, çocuklarım okusun istiyorum.” Çocuğu, “hala imlalı konuşuyorsun baba” dedi.

Çalışan öğrencilerim, emekli öğrencilerim geliyor. Her yaz, yeniden öğretmenliği yaşatıyorlar bana. / Hanımla çay bahçesinde otururken, akşamın alaca aydınlığında kırçıl sakallı, saçları dökük, fiziki olarak pek değişime uğramamış yabancı bir erkek, masamıza yaklaştı ve “oturmama izin var mı hocam” diye sordu. Buyur ettik, hoşbeş, tanışma, çay, kahve derken, “eşimleydik yan masada, sizi gördüm. Kalkmadan bir merhaba demek istedim.”

Kendini tanıttı: Orta üçte okutup mezun etmişim. Liseyi Vakfıkebir’de okumuş. Tanıdığı sınıf arkadaşı yeğenlerim var. Ezberlettiğim şiirlerden ve aldırdığım kitaplardan söz etti. Şimdi kıyı kentlerimizdeki bir üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışıyor. / Her öğrencim geçmişime açılan bir penceredir. Gelişleri, anımsatarak zenginleştiriyor beni. / Yaşadıkça kim bilir daha nicelerini görüp mutlu olacağım bu buluşmalardan. Adlarını anımsayamadıklarım bağışlasınlar beni. Şimdiden tümünden özür diliyorum!

Sevgiyle, esenlikle kalınız…