Yer, Antakya. Yıl 67. Gencecik insanlarız daha. Öğretmen olmuşuz, atanmışız. Savrulmuşuz yurdun dört bir yanına, kuzeyin bir ucundan güneyin son ucuna. Bölgeler geçtik, dağlar, geçitler aştık. İklimler değişti; Karadeniz’den, Marmara’dan Akdeniz’e uzandık. Sokakta yürürken müziğin değiştiğine tanık olduk, lokantalardan mutfaklarından taşan, hiç bilmediğimiz baharat kokularını aldık… Arapça kırması Türkçenin ve oldukça sıcak bir havanın içine girdik. Kendimizi yabancı bir ülkede gibi hissettik.
Asi kıyısındaki okaliptüs ağaçları altındaki salaş mekanda yediğim “terbiyeli kuzu şişi” ömrümce hiç unutamadım. Meğer ben kuzu şişteki “terbiyeli” sözcüğünün anlamını bilmiyormuşum. En acısından biberle marine edilmiş ete “terbiyeli” denirmiş. O gün bir yaktı beni ki, celladına aşık olmuş mahkum gibi bir daha acılı yemek peşimi bırakmadı. Daha doğrusu acının peşini ben bırakmadım. Yiyiş, o yiyiş oldu…
Aynı okula atanmış başka gencecik insanlar daha vardı. Akrandık hepimiz. Bir müdür yaşlı görünüyordu aramızda. Türkiye’nin farklı yerlerinden gelmiştik. Maaş az olduğu için barınma sorununu çözmeye koyulduk. Otel pahalıydı, kalamazdık. Allah rahmet eylesin, bir imam ağabeyimiz ev buldu. Üç kişi aynı eve yerleştik. Çarşıya çıktı bizimle; yatak, yorgan, yastık ve çarşaf aldık. Otelden eve taşındık. Ev arkadaşlarım Çorumlu Fazlı ile Bilecikli İsmail’di.
Yıllar ne çabuk geçti. Otuz yıl. Emekli olduk. / İstanbul’da birkaç kez buluştuk İsmail ve Fazlı ile. Yaş ilerledikçe hastalıklar da beraberinde geliyordu. Hastalandıktan sonra oğlunun evinde ziyaretine gittim İsmail’in. 2019’da, yakalandığı belaltı felci ile uzun süredir bağlı kaldığı yataktan kalkamadı.
Aynı okulda öğretmenlik yapıyorduk. Aynı lokantada yiyorduk, aynı filmlere, aynı konserlere gidiyorduk. Akşamları Dörtayak caddesinden Sen Piyer Kilisesine doğru gezinirken, gurbette olmanın kederiyle “ne kadar hüzünlü şarkı-türkü varsa aklımıza gelen”, başlardık söylemeye. Hele “fikrimin ince gülü” ne bayılırdık. Kullandığımız her sözcükle, başka şarkılara, türkülere geçerdik. Fazlı pek katılmazdı bize. Din ve Ahlak Dersi öğretmeniydi. Her halde o yüzden şarkı-türkü söylemezdi, mırıldanırken de hiç görmedim çünkü.
İsmail zorlansa da, madem arkadaştık, zamanla kitap okumaya başladı. Matematik öğretmeniydi. Nasıl bir kanıysa, matematik öğretmenleri kitap okuyamaz mıydı? Sonra dedesinin Kurtuluş Savaşı anılarını yazdığı defterleri, okuldaki daktilo boşaldığında temize geçmeye başladık. “Korkunç Koleksiyoncu” filminden ilhamla Antakya’nın ılık yağmurlarında iliklerimize kadar ıslandık. Üç yıllık dostluk 67’den 2019’a kadar sürdü.
Aradan beş yıl geçti. Sanki hızlanmıştı zaman. Kestirmeden gidiyordu, ya da ayağı kaydı birden. Yaşlılığımızı hissettirmeye başladı. Antakya benim ilk göz ağrımdı, öğrencilerimle, arkadaşlarımla bağlantımı hiç kesmedim. Kimi arkadaşlarım, kimi halktan dostlarım rahmetli oldular. Hayatta kalanlarla telefonla görüşmelerim sürüyor. Kimi öğrencilerimle de kesişen yollarımızla buluşuyorum. Aziz dostum İsmail’i de kaybettik.
Telefonlarımız hiç kesilmedi Fazlı’yla. / İstanbul’da görüştüğümüz gibi, Çorum’daki evinde de ailece görüştük. Büyük oğluyla, Sahil Muhafaza Gemisi komutanıyken Vakfıkebir İskelesinde buluştuk. Gıyaben de olsa diğer aile bireylerini tanıyorum. Yazılı, imzalı kitaplarımı gönderdim Fazlı’ya. Tatlı tartışmalarımız, atışmalarımız, görüş alıverişlerimiz oluyordu. Her olayı din penceresinden görmesi, akla ve bilime çok az yer vermesi, sohbetimizin kaynağını teşkil ediyordu. Her “alo” deyişimden bile rahatsızlık duyuyor, “selam ver” diyordu. Bu kez, “günaydın kaptan” diyordum, gülüşüyorduk.
Bir hafta önceki telefon konuşmamız yüreğimi kanattı, içimde bir yerleri yaktı, geçti: Üzüldüm, kahroldum, modum ve moralim çöktü. İnsan bu kadar mı çaresizdi, birdenbire nasıl böyle olabiliyordu? Zamanın ayağı kaydı galiba, bu zamansız bir yanlışlıktı ve karşımdaki insan Fazlı değildi. Şen, şakrak, gülen, sorular soran, dalga geçen, ara ara şiirler okuyan Fazlı’nın yerine, beni tanımayan, mütereddit, kuşkulu, ucu açık sözlerle belirsizlikler içinde kaybolan, günlük dilden kopuk biri geldi. Nice zaman sonra anımsadı beni, Antakya’daki arkadaşlardan, yaşanmışlıklardan konuşmaya başladık, ama Fazlı bir tek soruyla kafamı karıştırmaya devam etti: “Çok zaman oldu” dedi, “İsmail’den bir haber alamadım. Seni arıyor mu?” / Bir şeyler kesildi içimden, koptu, kanadı, ağlayasım geldi çaresizlikten. / Fazlı yoktu, Fazlı gitmişti. Gelen hiç tanımadığım uz biriydi. Bilmediğim, anlamadığım bir yerlerden konuşuyordu. Kuşkularım oluştu konuşmaya başlayalı ve bu kuşkular gerçek mi oluyordu? Bu nasıl bir işti? İsmail’in ölümünü unutmuştu. Aramızdaki ipler kesildi. / Oysa İsmail’in öldüğünü biliyordu, anımsamıyordu. Dondum kaldım!
Ses tonu biteviyeydi, zamanın dışında bir şeyler anlatıyordu. İnişler, çıkışlar olmuyordu. Şaka da yapmıyordu. İçim kaygılarla, endişelerle doluydu. Eşine, oğluna nasıl ulaşabilirdim? / “Gözlerim eskisi gibi görmüyor; kulaklarım duymuyor. İhtiyarladım” diyordu. / Sesi çok donuktu. “Dört aydır bacaklarım ağrıyor” dedi. Sesi, yankı vermeyen derin kuyulardan geliyor gibiydi. Renksiz, kokusuz, buz gibi. / Büyük kızı ve küçük oğlu doktordu. “Sor” dedim, “iğne ya da ağrı merhemleri versinler. Acı çekme.” Hiçbir yorum yapmadan “olur” dedi, sakince. “Kar daha yağmadı” dedi sonra, bir yere koyamadım bu sözü. Omuzlarım çöktü sanki.
İki gün iki gece aklımdan çıkmadı, sonra yeniden aradım. Eski Fazlı karşımdaydı. Sevindim, benim için yeniden dünyaya gelmiş gibiydi. Eşiyle de konuştum. Herkes hastalığın ayırtındaydı. “Sıkıntılandığında böyle oluyor, unutuyor ve böyle konuşuyor” dedi eşi. / Demek “beyin hücrelerinin birbirleri ile iletişim kurma yeteneği” azaldı ve alzaymır hastalığı başladı. / Sağlıklar dilemekten başka bir şey gelmedi elimden, Fazlı’ya ve herkese… / Sarhoş gibiyim; hastalıklar bu kadar yakın mı olur insana?
Sevgiyle, esenlikle kalınız…