İnsan bildiğini, tanıdığını, öğrendiğini sever. Öğrenirse sevdiği hakkında bir kanısı, bir düşüncesi, bir görüşü olur. En azından neden sevdiğini, neden sevmediğini ya da beğenip beğenmediğini, değerli olup olmadığını bilir. Öğrenirse bilmediği, tanımadığı, insanlar, olaylar ve nesnelerle ilgili önyargılardan kurtulur. Bu yüzden insan bilmek, öğrenmek zorundadır.
“Ben ülkemi seviyorum” diyebilmek çok kolaydır. Ozan “nedensiz de sevilir” diyor ama “insan neden, niçin, nasıl sevdiğini” bilmeli. Sevgi, gelip geçici bir duygu olmadığı gibi, saman alevi hiç değildir. “Şıpsevdi, maymun iştahlı” gibi özellikler de seveni tanımlamaz. Sevgi bilgi, beyin işidir, düşünce, inanç işidir. Felsefedir, sorumluluğu tüm hücrelerde duyulur, yaşanır. Sevgide yalan, ihanet olmaz; sevgili aldatılmaz, kandırılmaz; sevgi istismar edilerek üzerinden kazanç, çıkar sağlanmaz. Bunlar olursa, oluyorsa, zaten o, sevgi olmaz.
İnsan ülkesini neden sevdiğini bilmeli, öğrenmeli, beyninin kıvrımlarına işlemelidir! Sevginin neden istismar edilmeyeceğini, sevgilinin neden aldatılıp kandırılmayacağını, sevgiliye neden yalan konuşulmayacağını bir inanç gibi beyninin içine sokmalıdır.
Ülkesini, milletini sevdiğini söyleyen o kadar çok etkili, yetkili, sorumlu, sorumsuz-sorumlu var ki! Onlar ulusunu sevmiyorlar! Çünkü milletine yalan konuşan, milletini aldatan, kandıran; milletinin emeğini çalan milletini sevemez. Salt vurgunu, soygunu örtmek, gizlemek için “sevgiyi” bir yöntem olarak kullanır.
Yıllardır içime saplanmış paslı bir hançer gibi duran bir soru vardır; herkesin, ama herkesin, özellikle “vatanperver, milliyetçi ve ülkücü” olduğunu söyleyenlerin, günde en az on kez, yüz kez, bin kez kendilerine sormaları gerekir. “Vatan toprağı sürgün yeri olabilir mi? Siyasilerin cezalandırdığı insanlar neden oralara sürülürler? Yaşam koşulları neden iyileştirilmez? O yerler vatan değil midir? Neden mahrumiyet bölgeleri olarak bırakılırlar? Neden yeterli suyu, elektriği, yolu, parkı, sineması, tiyatrosu, okulu, hastanesi, aracı-gereci, iyileştirilmiş yaşam koşulları yoktur?”
Gezdikçe gördükçe insan, öğrendikçe bildikçe daha çok doluyor vatanla, daha çok seviyor vatanını. Güzellikler sevindirirken, yokluklar, halkın umarsızlıkları daha bir acı veriyor insana, derinden, yürekten kanatıyor. “Bir fabrika açıldığında, işçilerin çalıştığını gördüğümde” dünyalar benim oluyor. İşsizlik azaldığında, artı değer üretildiğinde zevkten dört köşe oluyorum. Aranan ve ihtiyaç duyulan mallar ihraç edildiğinde, dış ticaret açığı kapandığında, gelir dağılımındaki eşitsizlik ve dengesizlikler, hukuksuzluklar, adaletsizlikler ortadan kaldırıldığında ülkem cennete dönüyor; fesimi göğe atasım geliyor.
*
Depremin en çok vurduğu yerlerden birini gezecektik. Belleğimde Van ve yöresi hep “depremle” özdeşleşti. Varto, Hınıs depremi, iki kez yinelenen Van depremi… Yüzlerce ölen insan! Hep acıydı yüreğimde taşıdığım, hep hüzündü, kederdi ilmek ilmek dokuduğum. Özellikle kış aylarında evsiz barksız, aç kalışları, dondurucu soğukları çadırlarda geçirmeleri hep düşüncelerimdeydi. İçimi yakıyor, üşütüyordu çocuklar beni. Her bir aile yapılan evlerine taşındığında sırtımdan bir yük kalkmış gibi hafifliyordum.
Rus işgalinde, Ermenilerin yaptığı katliamlarda, yakılan, yıkılan şehir, tarihe meydan okurcasına Cumhuriyet’le yeniden doğuyordu. Erek Dağı ile Van Gölü arasındaki düzlükte Güneyin büyük, çağdaş bir kenti olarak var oluyordu ve tarihin, güzelliklerin kentini gezmeye gidiyorduk.
*
Tırabzon’dan yola koyulduğumuzda, saat 21’i gösteriyordu. Kent tırafiğinden kurtulup Değirmendere’den Maçka’ya yöneldiğimizde, öğrenci olan rehberlerimiz, şirin, sevimli ve içtenlikli halleriyle “kaptanlar ve kendileri adına iyi yolculuk” dileklerinde bulundular; sonra “gezi pırogramını” açıkladılar: Günün ilk ışıklarında “Ahlat’ta” olacağımızı, “Selçukların Anıtsal Mezarlığını” gezeceğimizi, “kahvaltı için Tatvan’a” geçeceğimizi, “Nemrut Dağı kalderasında kırater göllere” ineceğimizi; “Akdamar Adası’nı ve kilisesini” göreceğimizi, “geceyi Van-Edremit’te” geçireceğimizi, “Van Kalesi ve Müzesini, Kedi Evini” gezeceğimizi, “Muradiye Şelalesi’ni görüp birkaç fotoğraf çektikten” sonra Ağrı üzerinden “Doğubayazıt-İshak Paşa Sarayı’na gideceğimizi, sonra dönüş yoluna gireceğimizi anlattılar.
Yağmurla arkada bıraktık Tırabzon’u. Rakım yükselip Zigana’ya yaklaştığımızda içine girdiğimiz sis yolumuzu zifiri bir karanlığa dönüştürüyordu. Farlardaki ışık sisi ve karanlığı bıçak gibi yararak, yolumuzu açıyordu. Otobüs, yıllardır birbiriyle dost olan insanların “sıcak bir evi gibi” ilerliyordu. Vakit erken olmasına karşın dağda karşılaştığımız bir tırafik yoğunluğu yoktu. Yakıtın ağır faturasından ötürü, zorunlu hallerin dışında kimse araç kullanmıyordu.
İhtiyaç molalarının dışında yollarda durmuyorduk. Gece boyu ilerledik. Bizim için “çok farklı bir coğrafyanın heyecanı vardı içimizde. Kimileri uyurken, uzun bir ayrılıktan sonra otobüste buluşmanın alçak sesli sohbetlerini yaşıyordu; bu yüzden çoğu uyumuyordu. Kimileri yer değiştiriyor, kimileri de ayakta duruyor, sohbet öbekleri oluşturuyorlardı.
Ahlat’a varmadan güneşin ışıltılı doğuşunu seyrettik. Ufuk altın suyu gibi parlıyordu. Günlerdir Tırabzon’da kapalı gökyüzünün altındaydık. Kurşuni bulutlar içimizi karartıyordu. Seyredemediğimiz maviliği “gece mavisi” olarak gökyüzünde görebiliyorduk. Günün ilk kızıllığı muhteşem bir güneş doğuruyordu. Gün güzelse, gezi de güzel olacaktı!
Sekiz gibi Ahlat Selçuklu Anıt Mezarlığına vardık. Gezi boyunca bize eşlik edecek rehberimiz kafileye katıldı. “Göktürk Yazıtlarını andırır devasa baş ayaklardan oluşan” mezarlığı gezdik. İki yüz on dönümlük bir alanı kaplayan mezarlık bana hüzün değil, gücün, kararlılığın, büyük ve etkin olmanın” duygu, düşünce ve onurunu yaşattı. Taşlar, kümbetler, sandukalar, üzerindeki yazılarla ışıl ışıl bir uygarlığın anıtları olarak karşımızda duruyorlardı. Meyveleriyle yüklü alıç ağaçları ayrı bir güzellikti “anıt mezarlıkta.” Mezarlık tepeden tırnağa kişilikti!
(AHLAT SELÇUKLU MEZARLIĞI)
(AHLAT SELÇUKLU MEZARLIĞI)
Bize hep “1071 ve Malazgirt” anlatıldı. Ön pılanda hep “savaş” gösterildi. Oysa Selçuklu savaştan çok önce geldi Anadolu’ya. Ahlat’ı “merkez yaptı, sonra da başkent”. “Romen Diyojen, Bizans, Malazgirt” deniyor da Ahlat denmiyor. Oysa Ahlat Bizans’ın hesabının dürülerek Malazgirt’le kapıların ardına kadar Anadolu’ya açıldığı ilk ayaktır, okun yaydan fırlatıldığı ilk yerdir; Malazgirt zaferini doğuran anlayışın, düşüncenin ortamıdır.
Üzüldüğüm: Mezarlığın önündeki “tanıtım kulübesiydi.” Derme çatma satış sehpaların yarattığı düzensizlik anıt mezarlığa yakışmıyordu. Otobüsten iner inmez karşılaştığım bu özensizlik içimi acıttı. “Her fırsatta övündüğümüz atalarımız için”, biz bu girişi ilkellikle kirletiyorduk. Selçuklara yaraşır bir güzelliği yapan devleti göremedik. Ben bunları düşünürken rehberimiz Selçukların Ahlat’a nasıl geldiklerini, yerleştiklerini ve mezarlığın yapısal özelliklerini anlatıyordu.
Güneşin ışınları arasında sakladığı karasal iklimin sabah serinliği üşütüyordu bizi. Bir yığın fotoğraf çektik. Otobüse geldiğimizde sıcaklığın sevimliliğiyle karşılaştık. Bu yaz sıcaktan çok yorulmuş, bunalmış, “artık daha üşüdüğümü söylemeyeceğime” söz vermiştim ki, ilk dersi Ahlat’ta aldım. Demek ki, aşırı derecede sıcağa, soğuğa katlanamıyordum.
Tatvan’a giderken önümüzde yükselen bir dağdı Nemrut… Türkiye’de iki Nemrut vardı. Biri, üstünde binlerce yıl önce yapılmış “devasa heykelleri” bulunan ve muhteşem “güneşin doğuşuyla” ünlü, Fazıl Say’ın üzerinde konser verdiği Adıyaman’daki Nemrut, diğeri de Tatvan’ın arkasındaki kocaman kırater ağzı içinde gölleri bulunan Nemrut. Kahvaltıdan sonra otobüsün çıkamadığı dağa minibüslerle çıkacaktık, göllerini görecektik.
(NEMRUT KRATER GÖLÜ)
Tatvan, Van Gölü’nün kenarında, tiren, deniz ve kara yollarının kesiştiği, tirenin feribotla taşınarak İran’a gittiği önemli bir merkezdir.
Güneyde, Van Gölü yok Van Denizi var. Gerçekten deniz denecek kadar büyük bir su kitlesi… Halk da büyüklüğünden ötürü “Van Denizi” diyor.
Etrafında çok rahatlıkla görülebilen dört büyük “volkanik” dağ var. “Neden buralarda bu kadar çok deprem oluyor” sorusunun yanıtını dağlardan öğrenmiş oldum. Daha dün denecek kadar yakın bir geçmişte Ağrı’da (1840), Tendürek’te (1855) yıllarında lav çıkışlarının yaşandığını, hala sıcak buhar ve gazların kıraterlerden geldiğini biliyoruz.
(TENDÜREK DAĞI VE YOLUN YANINDAN)
Van Gölünün kıyıları hep lavlardan oluşan taşlarla çevrelenmiş; kumsalı yok denecek kadar az. Hatta Edremit’te kaldığımız otelin önünde, göl sularıyla aşınmış çivi gibi biçimlenmiş kıyı “taş oluşumları” vardı. Küçücük dalgaların gel-gitleriyle görünen taşları izleyebildik.
Sabah kahvaltımızı, gölün kenarındaki bir lokantada yaptık. Masamızda yöreye özgü peynir çeşitleri, reçel, bal, siyah ve yeşil zeytin; balla yenen şekerli, reçelle yenen şekersiz irmik ve un helvaları, sigara böreği, kızarmış patates, yumurta ve kavurmalı yumurta; lokantada pişirilen pide, kıvamında demlenen ve zevkle içilen çay… Kahvaltı unutulmayacak derecede zengindi, masalarda “yok yoktu.” Göl manzaralı fotoğraflar çektirdikten sonra Nemrut kırater göllerine çıkmak için, kiralanacak minibüslerin olduğu yere hareket ettik.
Nemrut volkanik dağı dört bin metre yüksekliği 15. Yüzyılda yaşadığı iki büyük patlamayla üç bin metrenin altına çok geniş bir “yanardağ ağzıyla” inmiş, meydana gelen çöküntüde bugün üç göl bulunmaktadır. Minibüslerle 2878 metreden kalderaya indik. Göllerden biri dünyanın en büyük ikinci büyük kırater gölüdür. (Birincisi Isık Gölü.) Alan, zengin bitki örtüsüyle, özellikle yabani kavak, huş ağacı ve çayırlarla kaplıdır. Göllerden ikincisinin sıcaklığı artı 40 derce ile 60 derece arasında değişmektedir. Bu yüzden “Ilı Göl” adını almaktadır. Üçüncüsü kurak yıllarda suyu çekilen küçük bir göldür.
Kalderaya inen geçitte durduk ve şiddetle esen rüzgarın etkisiyle düşmeden birkaç “Van Gölü” fotoğrafı çektik. Bulutların arasından göl yüzeyine düşen güneş ışınlarının yarattığı yansıma muhteşemdi. Van Gölü, Nemrut’a yukarı yükseldikçe daha da büyüyordu. / Yol kıyısındaki borudan sıcak buhar çıkıyordu. / Dağ dönüşümüz, adını, üzerindeki kiliseden alan Akdamar Adasına olacaktı.
(VAN GÖLÜNDE GÜNEŞ)
İki iskeleden kooperatife ait olanını seçti rehberimiz. Her ikisi de çok kalabalıktı. Hele “özel iskele”, İranlılar tarafından doldurulmuştu. Yüksek volümlü müzikle dans ediyor, oynuyor, eğleniyorlardı. Vize sorun olmadığı için Kapıköy-Razi Sınır Kapısından her hafta sonu ve tatil günlerinde İranlı gençler gelerek laikliğin avantajıyla hem özgürlüğün, hem de eğlenerek yaşamanın tadını çıkarıyorlardı. Akdamar Adasında birkaçıyla konuşma, görüşme olanağı bulduk. “Saçları görünen bir genç kadını gözaltına aldıktan sonra öldüren ahlak polisine karşı harekete geçen halkın, Humeyni rejimini salladığı” günlere denk düşüyordu gezimiz. Adada sohbet ederken bir genç kadın, “çok üzücü” dedi, “sizin kimi kadınlarınız, bizim kurtulmak istediğimiz rejime girmek için gönüllü köleler gibi çalışıyorlar. Laikliğin ve özgürlüğün değerini yitirmeden bir anlayabilseler. Sonra çok pişman olacaklar!” / Van’a ekonomik girdileri çok.
Akdamar Kilisesi, muhteşem bir yapısal özelliğe sahipti. Kiremit rengi taşları ve duvarları üzerindeki kabartmalar, hayvan figürleri, özellikle aslanlar Ermeni Mitolojisini, tarihi olaylarını, efsaneleri ve İncil’in bazı hikayelerini simgesel olarak anlatıyorlardı. Van’da yaşayan Ermenilerle Kars Hani’de yaşayan Ermenilerin akrabalıklarına atıfta bulunan şekillerle bezenmiş dış duvarları. Kilisenin her yanı tarih, inanç ve Ermenilerin öyküleriyle doluydu. Ada, Van, Türkiye ve Dünya turizmi açısından çok büyük önem taşıyordu.
Kilisenin arkasında ve adanın öteki yüzünü oluşturan yerde ikinci bir iskele, çay, kahve içilip dinlenilecek mekanlar yapılmıştı. Fakat üzülerek gördüm ki, bu kadar değerli ve önemli bir adada, hiçbir şey, hak ettiği özeni, hizmeti, temizliği görmüyordu. Adanın merdivenleri, toprak yolları, badem ağaçları o kadar özensiz ve bakımsız ki, insanın içine dokunuyordu. / Sevmek hizmet etmektir. “Güney” olduğu için mi yeterli ve gerekli hizmet verilmiyordu? İnanın sormadan edemiyordum. / Peynirciler çarşısına girildi ve alışveriş yapıldı.
Geceyi Edremit’te, göl kıyısındaki ünlü bir otelde geçirdik. Temizliği, hizmeti, çok güzeldi. Akşam yemeği ve sabah kahvaltısı tur ücretine dahildi. Kahvaltıdan sonra Evliya Çelebi’nin “oturan deveye” benzettiği Van Kalesine gittik. Rehber, “kalenin içinde pek bir şey bırakılmadığını, asıl görülmesi gerekenlerin Van Müzesinde” olduğunu vurgulamasıyla, kalenin çevresindeki bazı Selçuklu eserlerini gördükten sonra müzeye girdik. Altmış beş yaş üstü ücretsiz gezerken, diğerleri de “Müze Kartı” çıkarttılar. “Doğu Beyazıt-İshak Paşa Sarayı’nda da de bu kart gerekecekti.”
Van, doğal güzellikleri yanında beş bin yıl öncesine kadar inen tarihi dokusuyla da çok zengin bir ilimizdi. Hemen hemen tüm Orta Doğu kavim ve milletlerinin oluşturduğu uygarlıklara mekan olmuştu. Asurlar, Medler, özellikle Urartulara merkezlik yapmıştı. Müze, taşların yontulup keskinleştirilerek kullanılışından metale geçişe, toprağın pişirilmesiyle üretilen çanak çömleğe, yetiştirilen buğdaydan, mercimekten “ölüm odalarına”, çivi yazısıyla oluşturulan anıt taşlara kadar, uygarlıklar arası evrimleşmeyi Roma, Selçuklu, Osmanlı ve Türk kültürüne kadar çıkışı adım adım izleme olanağını veriyordu bize. Bugünden binlerce yıl öncesine gitmek, bir düşünce, algılama turu yapmak, inançlar, düşünceler ve yetmiş altı tanrı arasında özgürce gezinmek gerçekten çok güzeldi. “Nereden nereye geldik” diyebilmek ve bu gelişim çizgisindeki tarihi yolculuğu görebilmek ayrı bir zevkti ve insanı zenginleştiriyordu.
Kedi Evini, Telkari ve Gümüş Çarşısını gezdik. Kimi arkadaşlar takı alışverişinde bulundu. Ardından Muradiye Şelalesi’ni hedef alarak Van’da kısa bir tur attıktan sonra kentten ayrıldık.
Şelale, Bend-i Mahi çayı üzerindeydi. Köpük köpük suların dört yerden dökülüşüyle oluşan şelale gerçekten görülmeye değer güzellikler yaratıyordu. Karşıdan gördüğümüz HES borusu yüreğimizi burktu. Bilgi alamadık. “Şelalenin suyunu azaltıyor mu” sorusu yanıtsız kaldı. Yolu bir şekilde Van’a, ya da o taraflara düşen insanların bu muhteşem şelale güzelliğinden ve pırıl pırıl suların oluşturduğu manzaralardan mahrum kalmamalarını dilerim.
Şelaleyi fotoğrafladıktan ve çay içtikten sonra, son durağımız olacak İshak Paşa Sarayına yollandık. Tendürek Volkanik Dağı, her tarafı kaplayan lavları ve “İran sınır duvarını” gördük. Tendürek, en son 1855’te faaliyete geçmiş, akan volkanlar çok geniş bir yüzeye yayılmış, sürüklediği taş katmanlar donup kalmış biçimiyle son derece canlı, ilginç görüntüler sergiliyordu.
Yol ilerledikçe Ağrı, başı dumanlı ve karlı olarak karşımıza çıktı. Olanca heybetiyle Türkiye’nin en yüksek dağını görüyorduk. Bulut, boynunda dolanmış bir atkı gibi duruyordu. Sayısız fotoğrafını çektik. Büyüklüğü ister istemez insanda saygı uyandırıyordu. Akşamüstüne doğru boynunu kuşatan bulut yok oldu. Bu gezide ülkemin sayılı altı dağını (Süphan, Nemrut, Artos, Erek, Tendürek ve Ağrı) görmek bana büyük bir mutluluk verdi.
İshak Paşa Sarayı çok yoğun bir tur ve insan zenginliğine sahipti. Önündeki alan, yollar otobüs ve özel araçlarla doluydu. Sarayın içi, “iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalıktı.” Giriş kapısı, pencereleri, duvarları taş işçiliği ve oymacılığı bakımından “anıtsal özelliklere” sahipti. Uluslararası koruma altına alındı. Onarıldı. Çatısı çağdaş malzemelerle örtüldü. Gezilip görülmesi gereken yurdumun güzelliklerinden birini daha yakınında olduk.
Doğu Beyazıt’ta yediğimiz gırar çorbası ve Abdigör köftesiyle geziyi sonlandırdık.
Daha nice turlara ve gezilere dileğiyle yönümüzü Tıranzon’a çevirdik.
Sevgiyle, esenlikle kalınız…