Zaman ne çabuk geçiyor, durdurabilene aşk olsun. Daha “dün yakınlığında” başlayan günaydınlar, merhabalar, “nasılsınızlar, arkadaşlıklar, dostluklar, insanın içinde ayrılan ve doldurulan seçkin yerler”; içilen çaylar kahveler, yapılan sohbetler, şakalar, espriler, anlatılan dertler, sıkıntılar, ülke sorunları… Ve ne zaman geçti bunca yıllar? İnsan hayıflanıyor.
Öyle dolu, öyle daraltmadan, “zaman geçmek bilmiyor” demeden, hatta “bana zaman yetmiyor” müsrifliğine kaçmadan, kendini iyi hissederek giderken, birden hiç beklenmedik bir şeyler oluyor, bir dost için “hastaneye kaldırıldı” deniyor, beş on gün sonra da “öldü.” Bu kadar basit, bu kadar kolay ve bu kadar anlamsız ve saçma, öyle mi? Ya “kıriz geçirdi, yoğun bakımda” sözü, insanı şok ediyor. “Gençti”, “öyle ya kanser!” Kaşla gözün arasında ölüm…
İnsan bildik, tanıdık ise… Hele “merhaban” varsa, konuşmuşluğun, arkadaşlığın, dostluğun, bir an önce iyileşmesi dileğinden başka bir şey gelmiyorsa elinden... “Bir şeye ihtiyacın olursa, mutlaka beklerim, darılırım sonra…” Boşlukta kalmasını istemiyorsun, gerçekte en zor zamanında yardımcı olmak istiyorsun. “Kimi sözle, davranışla, kimi para ile.” Sağlık bu, ötesi yok ki… Bilinmez, görünmez inançlarda bir öteki dünya. Ya “sosyal” özelliğini yitirmişse devlet, ne demeli, ne yapmalı o zaman, çaresizlik içerisinde kıvranırken insan devletini yanında göremiyor…
Tedavi uzadıkça yorgun düşüyor insan. Kuşkular “çok ağır soruları ve çok ağır sonuçları” getiriyor. Öyle ya “niye bu kadar uzadı bu tedavi?” Rivayetler, fısıltılar insanın başını döndürüyor, kanını donduruyor: “Doktorlar bir şey anlamadı.” Gerçek öyle mi acaba? Bunca yılın, bilgili, deneyimli doktorları bir şey anlamadı da, biz mi anlamadıklarını anladık bu cahil kafamızla?” Yoksa gerçeklerle karşı karşıya kalmak istemediğimizden mi öyle konuşuyoruz? “Kötü hastalık.” “Hımmm!” Anlıyoruz değil mi? “Kalp kırizi geçirdi, yoğun bakıma alındı, ya da hastane mikrobu aldı-enfeksiyon kaptı.” “Tırafik kazası, onca cana mal oldu. O da terör gibi bir bela.” “Allah yardımcısı olsun.” “Kurtarabiliyor muyuz?” “Ya karşıdan karşıya geçerken parçalanan çocuklar…” Ne dindirecek o acıyı? Ya da sağlık için çalışırken öldürülen doktorun suçlusuna af mı olur? Ve ölümler şaka gibi, sonuçları da hukuken öyle!
Belediye hoparlörü susmuyor. Saat dokuz buçuk, anons başlıyor. Adrese teslim ölüm ilanları… Doğumlar da verilsin, güzel, mutlu haberler de… Düğün davetiyeleri gibi… Hep acı, üzüntü, keder, elem ve hüzün dolu haberler mi etkiliyor insanları? Bir ara moda olmuştu, insanı ağlatan, gözyaşı döktüren türküler, şarkılar, filmler… Mutlu etmesi için haberin insanı ağlatması mı gerekiyor? Sevindirmesi, mutlu etmesi, yaşamı anlamlı kılması yetmiyor mu?
Hüzünle esir alıyorlar bizi! / Al sana arabesk… Sanki yaşam koşulları çok hafifmiş gibi, boğmaya çalışıyorlar insanları, çıkış yolu bırakmıyorlar. Ömür boyu salya sümük, kin, nefret ve acizlik… Buna sanat diyorlar; insanı ezen, yok eden, değerlerini ortaya çıkarmayan…
İçim daralıyor. Yakınlaşma, arkadaşlık, dostluk, ölüm-hastalık-kaza olayları kadar hızlı olmuyor. Bir sürü kuşkular, güven labirentlerinden gelip geçmeler, sonra yürekten onay… Aylar sürüyor. Güvensiz olur mu hiç? Dostlarla buluşmalar, sohbetler, özlenen, beklenen zamanlar oluyor. Bir kadeh rakının ya da şarabın buğusuyla söylenen şarkılar, türküler daha da bir anlamlı kılıyor buluşmaları. Gözyaşı kadar sıcak ve candan yapıyor sohbetleri…
Şimdi gençlere bakıyorum: Sanal arkadaşlıkları, dostlukları birkaç saniyede, bir “tıklama” ile gerçekleştirebildikleri gibi, birkaç saniyede de bitirebiliyorlar. Kimdir, nedir, neden hoşlanır, neden hoşlanmaz, hangi insanları, hangi yazarları, hangi şairleri severler? / Kitap okur, şiir ezberler mi? Sanatla, müzikle, tarih ve felsefe ile arası nasıl? Hangi ses sanatçılarını beğenir? Tuttuğu bir takım, meyilli olduğu bir siyasi kanaat var mıdır? Hangi okullarda okudu, bir meslek edinebildi mi, bir işte çalışıyor mu? En önemlisi, güvenilir bir kişilik, karakter midir? Bu sorular sorulmadığı gibi, merak da edilmiyor. Anında “arkadaşlık teklif ediliyor”, anında “onaylanıyor, ya da reddediliyor veya hoşuna gitmeyen bir söz, bir hareket, bir düşünce görüldüğünde “arkadaşlıktan çıkarılıyor, tüm hesapları kapatılıyor.
Birbirlerine karşı duyguları, düşünceleri, kanaatleri olmayan, içlerinde birbirlerine yer ayırmayan böyle insanlar birbirlerini özler ya da birlerine üzüntü, acı duyarlar mı? Dostluklar dişler gibidir, sağlam köklerle yaşarlar, sökülüp atılırken de korkunç acılar verirler!
Bugünlerde hep hüzünlü türküler, şarkılar dinleyesim geliyor. / Zaman korkunç ve acımasız. Eş, dost, arkadaş, sanatçı, yazar, gazeteci, yabancı, el alem demeden insanları dişlileri arasında öğütüyor. Her ölüm erkendir ve her ölen de gençtir. Kimse bu dünyanın güzelliklerinden ayrılmak istemiyor. Öteki dünyanın en güzel payeleri, armağanları, “Kevser ırmaklarında akan şarapları, Hurileri, Cenneti alası” bile insanları çekmeye yetmiyor, en çok arzulayan bile üzülüyor, gözyaşı döküyor, ağlıyor.
Dünya nimetleri, dostlukları, arkadaşlıkları, tüm ayrılık acılarına, hastalıklarına rağmen yine de çok güzel, bırakıp gitmeye bir türlü gönlü razı olmuyor insanın. / Öteki dünya da, vaatleri de, armağanları da “sanal alemin sundukları gibi bir şey. Ekran kapanınca her şey bitiyor, kayboluyor. Telefondan kesilen sesler gibi el ayak çekiliyor. Herkes kendisiyle baş başa kalıyor. / Nereden gelirse gelsin bir hastalıkla, bir ölüm; bir insanın, bir canlının yok olması içimden hüzün rüzgarlarının geçmesine neden oluyor. Her gün insanlık ormanından ağaçlar eksiliyor ve orman seyreliyor; yüreğimi acıtıyor.
Sevgiyle, esenlikle kalınız…