…Pülümür ve Munzur çaylarının buluştuğu Tunceli’ne ulaştığımızda güneşin batış parlaklığı ufukta asılı duruyordu. Bir dost ile ulaşılan Maçoğlu Başkandan randevu alınmıştı. “Madımak’ta yakılan aydınlanma şehitlerinin anma etkinliği konuşmasını” bitirdikten sonra binlerce insanın toplandığı parkta turdaki dostlarla görüşecekti. Alan, acının, üzüntünün ve hüznün yaşandığı yerdi. Ağıtlar-türküler yakılıyordu aydın yüzlü, aydın düşünceli yakılan insanlar için. Park girişinde SMA’lı bir bebek için de yardım toplanıyordu. Herkes yastaydı!
Başkan Fatih Mehmet Maçoğlu geldi, taziyelerimizi bildirdik, hoş-beşten sonra dostların selam, sevgi ve başarı dileklerini ilettik. Fotoğraf çektirdik. Yemek için Munzur Baba Lokantası’na gittik. Önümüzde birleşen Pülümür ve Munzur çayları vardı. Yavaş akışıyla yatağını “çok geniş bir yüzeyle” dolduruyordu. Üzerinde su sıporları yapılıyordu. Lokantaya geçtiğimiz küçük köprünün sağ yanında etkinlikleri seyretmek için tiribünler inşa edilmişti. Lokantanın bahçesinde nehre paralel konulan maslar birleştirildi, yirmi kişinin oturabileceği bir konuma getirildi. Yolda olsun, Tunceli’nde olsun yapılan tüm organizasyonları başarı ile yürüten genç rehberimiz, canlı müzik eşliğinde yemek yememizi sağladı. Günün anlamına uygun türküler, ağıtlar yaktılar. Türkçe, Kürtçe, Lazca şarkılar söylediler. Karadeniz müziğinden, Kazım Koyuncu’dan, Volkan Konak’tan okudular; “Ey gidi Karadeniz” türküsü gönlümüzü okşayan bir başka sesti.
Tunceli Öğretmen Evi’nde kaldık. Sabah beş; güneşin doğuşunu seyretmek içim pencereyi açtım. Muhteşem bir göl manzarasıyla karşılaştım. Keban’ın önüne yapılan üçüncü barajın (Uzun Çayır) gölüymüş. Öğretmen olmamıza karşın, yanında “öğretmen kimlik kartı olmayan” birkaç arkadaş için ek ücret talebinde bulundular. Huzurumuz kaçar gibi oldu; canımız sıkıldı. Kısa sürede sorun çözüldü.
Kent içinde gezerken “Nazım Hikmet Hatıra Ormanı’nı gördük. Sokaklar, caddeler, kaldırımlar tertemizdi. Bordürlerin kırığına, çıkığına, rögar kapaklarının oynayanına rastlamadık. Parkta Seyit Rıza heykelini gördük. Cumhuriyet’e düşman ve başkaldıran bir “aşiret reisinin kutsal heykeliydi” bu. Cumhuriyet’in yaptığı hastane, köprü, okul ve karakolları ateşe verecek, askerleri öldürecek kadar gözü dönmüş, toprak reformunu kabul etmeyecek, Osmanlı’dan kalma mültezim işini (halktan, verginin dışında da haraç toplamayı bırakmayan) ve Cumhuriyet’le savaşan bir insandı. Bir cem evi ziyaretimiz kalmıştı, bir de Munzur Suyu gözeleri. Ondan sonra dönüş yoluna girecektik.
Dede “Aleviliği anlattı.” Cem evinden içeriye, tüm makamların, cinsiyetlerin kapının dışında bırakılarak “can” olup girildiğini, Alevilikte kadının “çok değerli” olduğunu söyledi. 12 imamı açıkladı. Aleviliğin ocaklarını, sorumluluklarını sıraladı. Kurallara ve inançlara uymayanların dışlandığını, cem evinin kapısını göstererek küskünlerin, dargınların barışmadan bu kapıdan içeriye giremeyeceklerini, “düşkün” ilan edilenlerin izleyeceği yolu açıkladı. Sevgi, saygı ve barışın Alevilik için ne denli önemli olduğunu vurguladı. Oruçlarını, semah törenlerini iç anlamlarıyla izah etti. Kendinden yaşlı bir “deden nasıl el alındığı” anlamını, konuk bir deden el alarak gösterdi. Her nesnenin görünen anlamı yanında bir de “batın” anlamı olduğu üzerinde durdu. Görülen, sevilen her nesne batın anlamlar taşıyordu. Nitekim Ana Fatma’nın rüyada görüldüğü yer makamı seçildi ve taştan yapılan bir yapı oluşturuldu, ziyarete açıldı. Duvardaki her bir kapalı küçük pencerede çıra(mum) yakılarak çıkan alevine “Fatma’nın nuru” dendi. Her kutsanmış yerde çıra satan yaşlılara rastladık.
Munzur gözeleri, Ovacık’tan 17 kilometre uzaktaydı. Kayaların arasından çıkıyorlardı. “Kırk” kadar olduğu söyleniyordu. İnce bir “fışkırtı” sesi ile kayaların arsından çıkıp dünyaya selam veriyorlardı. Tertemiz, pırıl pırıl. Hiçbir hayvansal ve insani atığın karışmadığı, durmadan kendini yenileyen ve dengeleyen doğanın gözyaşıydılar. Halkın inancında kutsaldılar, suyuna, çakıllarına, taşlarına kadar kutsaldı. Dünyanın en kaliteli suyu olmasına karşın “kutsallığından ötürü” şişelenip satılamıyordu. Oysa ekonomik değeri ve PH’si çok yüksekti.
Alevilik, içerisinde zengin mitolojik değerler barındırıyordu. Munzur Gözelerinin de böyle bir öyküsü vardı: Yedi yaşındaki küçük Munzur Baba, ağasının yanında çobanlık yapıyordu. Hacca giden ağasının canı tavafta helva çekmiş. Rüyasında bunu gören Küçük Munzur, Hanım Ağasına helva yaptırıp hacdaki ağasına götürüp vermiş. Günlerden sonra hacdan dönen ağasını herkes karşılamaya giderken Munzur da gitmiş. Hediye olarak götürdüğü bir bakraç süt, koşarken çevreye saçılmış. Düşen her damlasından “süt beyazı sular fışkırmış” taşların arasından. Bu gözeler ve Munzur suyu oluşmuş. Kutsallığı Munzur Baba’nın kerametinden geliyormuş.
Gözeler, inançlarla (korunmak açısından) dokunulmazlık taşıyordu. Asırlık ceviz ağaçları, söğütler, kavaklar ve diğerleri gözelere büyük bir canlılık kazandırıyordu. Munzur dağları alabildiğine bozkır olarak dururken üzerindeki koyaklarda hala kar vardı. Tam karşılarına düşen Ovacık Dağları ise ormanlarla kaplıydı. Ovacık Kooperatifi’nde alıveriş yapıldı.
Ovacık Tunceli arası Munzur Çayı’nın geçtiği çok daracık bir vadiydi. Yolu keskin dönemeçlerle doluydu. Pülümür yolu ve vadisinden çok daha dik yamaçlara sahipti. Yol boyu kimi yerlerinde bulunan gözeler de kutsallıktan nasibini almıştı. Kaptanımız Trabzon’dan başlayan yolculuğumuzu büyük bir ustalıkla ve sıfır hatayla bitirerek pazartesi sabaha karşı bizi Beşikdüzü’ne bıraktı.
Bilmediğim, tanımadığım, değişik, ilginç, farklı bir coğrafyayı, bir kültürü çok yakından görüp tanımamızı sağlayan BEŞDER’in sorumlularına teşekkürü bir borç biliyor ve yeni geziler, yeni coğrafyalar görmemize yardımcı olmalarını diliyorum.