İnsanı derinden ilgilendiren ve anlamlı kılan bugünü kutlamak için halkın statta hazırladığı törenlere katılmak için erkenden kalktık, gittik. Yer bulamama sorunu çok büyüktü. Zar zor da olsa bir tanıdığın açtığı yere oturabildik. Tribünler tıklım tıklımdı. Devletin yalnız bıraktığı, bu “bağımsızlık, özgürlük” bayramında halk tören alanına akın akın koştu, yıllardan buyana yaşayamadığı coşkuyu, yollara, sokaklara, caddelere, parklara doldurdular. İnsanlar cumhuriyetlerini öksüz bırakmadılar: Halkın yüzü gülüyor, yüzlerinden ve hareketlerinden sevinç, mutluluk akıyordu. Kalabalık arasından gördüklerine, tanıdıklarına, uzaktan da olsa yüksek sesle, el, kol sallayarak bir şeyler anlatmaya çalışıyor, “biz buradayız” dercesine kendilerini öne çıkarıyor, ortak Cumhuriyet sevince katılıyorlardı.

Tribünlerde yürümek, öteye, beriye gidip gelmek, satıcılardan su, simit, poğaça alıp çocuklara vermek, sıkışıklıktan ötürü insanı, anneleri babaları zorluyordu. Ayakların çiğnenmemesine azami özen gösterilmesine karşın yine de sıkça “izninizle” sözü duyuluyor, “özürler” dileniyordu.

Cumhuriyet heyecanı içerisinde beklenmedik bir ses ve hareketle, bir genç insan ellerime sarıldı, çekince, “öpebilir miyim hocam” deyip ağzına götürmeye çalıştı. “Estağfurullah” dedim, engel olmaya çalıştım, ayağa kalktım, boynuma sarıldı. Tanımadığım, görmediğim genç bir insan, ne diyeyim? Oval yüzü utancından kızardı, mahcup, birazda boynu büküktü, sağ omuzu tarafına. “Hocam, yıllardır göremedim sizi. Biliyorum beni tanımadınız. Ortaokulu bitirdikten sonra Adapazarı’na göç ettik. ‘Hep okuyun, başka sermayeniz yok, kimseye muhtaç olmadan ayaklarınız üzerinde durmayı öğrenin, hele de kızlar’ diyordunuz. Hocam, okuyamadım. Şimdi tır şoförlüğü yapıyorum. Benim idolümsünüz. Çocuklarıma örnek olarak anlatıyorum. Her fırsatta sizleri, öğrencilik yıllarımı anımsıyor, konuşuyorum.”

Şaşkındım. Anımsayamıyorum. Bu öğrencime belleğimde hiçbir iz-işaret yoktu. “Her halde yaşlılıktan” diye geçti içimden. Yıllar öncesinden, sislerin pusların arasından bulup çıkaramıyordum onu. Her şey kalın bir perde ile örtülüydü. Anlattığı kimi arkadaşlarını anımsıyordum. İz bırakan çocuklar ya çok başarılı, ya da çok haşarı-yaramaz olanlardı; ya da kimi konularda sivrilenler… Sporda, oyunlarda, şarkılarda, türkülerde…

“İlkokul öğretmenim, ‘niye çalışmıyorsunuz’ diye çok dövüyordu bizi. En çok da beni…  Ortaokula geldiğimde, daha ilk derslerdeydik; beni tahtaya kaldırdınız. Benden yazı yazmamı istediniz. O an beni döven öğretmenim ve attığı dayaklar aklıma geldi, ağlamaya başladım. Hıçkırıklara boğuldum, yanıma yaklaştınız, ‘neden ağladığımı’ sordunuz. Beni önemsediğiniz için daha çok hıçkırdım, göğüs geçirdim, saçlarımı okşadınız, sevdiniz beni, teskin etmeye çalıştınız. Öğretmenimin ‘beni çok dövdüğünü, çok korkuttuğunu, okuldan nefret ettirdiğini, korkudan altıma kaçırdığımı, yaşadığım büyük utançları’ dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Ben korkarken, tir tir titrerken siz ‘sevgiden’ söz ettiniz; ‘öğretmene saygıdan, arkadaşları sevmeden, birbirimizi, sevmesek de saygı duymak zorunda olduğumuzdan’… Ben sizi çok sevdim öğretmenim. İki çocuğum var, onlara anlatıyorum sizi, sevdiğim öğretmenlerimi.”

Yanımda oturan eşim de aynı okulda öğretmen olduğu için ısrarla “dayakçı” öğretmenin adını öğrenmek istedi. “O şimdi çok yaşlı ve hala nefret ediyorum ondan” dedi öğrencim, “önemli değil hocanım” demesine karşın, ısrarlara dayanamadı, döven öğretmeninin adını verdi. Kısa bir suskunluk sonrası eşim de doğruladı. “Hakkında velilerden şikayet geliyordu, ama yasal hiçbir işlem yapılmıyordu.”

Çok etkilendim. Boğazım doldu, ağlayasım geldi.

“Tüm öğrencilerinize İstiklal Marşı’nın on kıtasını ve Gençliğe Hitabeyi ezberlemeyi ödev vermiştiniz. Başka şiirler de ezberletiyordunuz. Yazım çok çirkindi. Özel olarak sınıfta benimle ilgilendiniz. Öğrenciler kıskanıyordu ama sayenizde kısmen de olsa düzgün yazmayı öğrendim. Siz çok şey kazandırdınız bana öğretmenim. Sözcükleri yanlışsız kullanmaya dikkat kesilirdim.” / Gözleri buğulandı. Yeniden ellerime sarıldı. 

Yirmi sekiz yıl görmediğim öğrencimle Cumhuriyet’in Yüzüncü Yıl kutlamalarında karşılaşıyorum, muhteşem bir anıyla yüreğim hüzünle dolarken yaşlılık başa bela, insanı sulu gözlü yapıyor. Öğretmen, çocuğunu, öğrencisini nasıl döverdi? İlk yıllarda herkes gibi biz de dövdük galiba, çalışmadığı, tembelliği için değil, “saygısızlığı ve terbiyesizliği için.”

Öğrenciyi hayata kazandırmak sevginin, bilginin, becerinin zaferidir. Hep, “öğretmen sevgidir” deniyor. Öğretmeni en iyi tanımlayan sözdür bu. “Sevgiyi bilmeyen insandan öğretmen olmaz.” “Sevmek bir yaşam tarzıdır. Öğrencilerini kendi çocukları gibi sevmek, kendi çocukları gibi görmek, öğrencilerini birer değer olarak benimsemek ve yetiştirmek öğretmen olmak demektir. Sevilmeyen öğretmen hangi yöntemi kullanırsa kullansın, ne kadar profesyonel olursa olsun eğitimde-öğretimde etkin bir başarıya ulaşamaz.”

Sevgiyle, hüzünle kucaklaştık ve tekrar görüşmek dileğiyle ayrıldık. Kazandırmaya çalıştığım en kutsal değer, yaşamın peşinden koşan, yılmadan uğraşısını veren tüm öğrencilerim, okusun, okumasın, hangi işte çalışırsa çalışsın, yargıç, doktor, hamal ya da pazarcı, şoför, ya da öğretmen, polis benim için çok değerlidirler ve onları seviyorum.

Sevgiyle, esenlikle kalınız…

TURAN BAHADIR          [email protected]