Yüzyıl toplumların hayatlarında kısa olsa da, devletlerin hayatlarında değerli ve önemli bir eşiktir. Her şeyden önce “yok olmakla” karşı karşıya kalan ve devlet kuran toplumun kendine güveni açısından çok anlamlıdır. İki dünya savaşı ve en önemlisi “kendini yeniden var eden, Kurtuluş Savaşı’nı” yaşadı. Dünyanın güçlü ülkelerine karşı boyun eğmedi. Direndi ve istediğini aldı. Kaderini çizen ve geleceğini belirleyen Mondros ve Sevr’e karşı Lozan’ı tapu ve varlık belgesi olarak imzalattı. Emperyalizme karşı kazanılan bu zafer, diğer mazlum toplumlara “bağımsızlığa ve özgürlüğe giden yolun top yekun savaş olduğunu” gösterdi.

İki yüzyıllık bir bocalamanı içinde olan Osmanlı, gelişen, değişen ve ilerleyen dünyaya ayak uyduramadı. Bilimin, teknolojinin, sanayinin dışında kaldı. Akılcı, aydınlanmacı, siyasi ve iktisadi düşüncelere sınırlarını kapattı. Okullarını 16. Yüzyıldan sonra “teolojik bilimlerden” müspet bilimlere çeviren Batı yanında Osmanlı, yetersiz medrese eğitiminde hiçbir değişikliğe gitmedi. Savaşlarda “gelişen teknolojiler karşısında” başlayan yenilgilerle yapılamayan “talan, yağma ve alınamayan ganimetlerle”, toplanamayan vergiler yüzünden giderek yoksullaşan Osmanlı her yönden gerilemeye ve çökmeye başladı.

Birinci Dünya Savaşı Osmanlı’nın paylaşım savaşıdır. Osmanlı’yı “Şark Meselesi” sorununu yaratarak, savaşla-Mondros ve Sevr’ le bitirdiler. Türkleri geldikleri yere göndereceklerdi. Dün Sevr’di, bugün  “Büyük Ortadoğu Projesi” oldu. Mustafa Kemal Atatürk’ün yırtıp hükümsüz kıldığı Mondros, Sevr, BOP’ la yeniden hayat buldu. Tümünde ortak bir payda Cumhuriyet’e itirazdır. O da Türkleri, Türkiye’yi “yok saymak, etkisiz kılmak, devletini kukla durumuna getirmektir. İstenileni ve her söyleneni yaptıracak biçimde devleti zayıflatmak, nüfusunu diğer etnik guruplarla yoğurarak demografik yapısını değiştirmek, halk bütünlüğünü ve dayanışmasını kırmak; “yerli ve milli kaynaklarını” özelleştirme adı altında fabrikalarını, şirketlerini, bankalarını, madenlerini, ormanlarını, tarım toprağını, rüzgarını, akarsularını, limanlarını, havaalanlarını; yap-işlet-devret yöntemiyle yollarını, köprülerini, tünellerini, şehir hastanelerini satmak ve ekonomisini çökertmektir. Lütfen, 1838 Baltalimanı Antlaşmasını, II. Abdülhamit’in 1881’de, ödeyemediği Osmanlı’nın borçları için ülkenin varlıklarını Duyun-i Umumiye nasıl devrettiğini, yönetim hakimiyetini nasıl kaybettiğini, inceleyin; başta İngiltere, Fıransa olmak üzere Hollanda’nın karşısında nasıl etkisiz ve aciz kaldığını göreceksiniz. Ulu Hakan diye yerlere göklere sığdırılamayan Halifenin Duyun-i Umumiye söz geçiremeyince ne kadar küçük ve çapsız olduğuna tanıklık edeceksiniz. M. Akif’in II. Abdülhamit için yazdığı şiirleri okuyun.

Cumhuriyete düşman olmak bilerek ya da bilmeyerek-güdülenerek cumhuriyete itiraz etmek Sevr’ e veya Büyük Ortadoğu Projesi’ne hizmet etmek demektir. Türklerin ve Türkiye’nin başarısını engellemek, başarısızlığa mahkum olmasını sağlamak demektir.

İşgal zamanlarını düşünün: Direniş gösteren herkesi, her kuruluşu, her oluşumu engellemek, baltalamak, etki alanını daraltmak için, İngiliz’le, Fıransızla, Yunanla işbirliğine gidildi.

Düşmanı “sevimli” göstermek için “İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni kurdular. “Onlar düşmanlarımız değil, misafirlerimizdir” diye İngiliz, Yunan uçaklarıyla bildiriler dağıttılar. / Yüzyıllardır kardeş deyip bağrımıza bastıklarımız İngilizlerle işbirliği yaparak Kürdistan Teali Cemiyeti’ni oluşturdular; “din kardeşi” dediklerimiz “İslam Teali Cemiyeti’ni” harekete geçirdiler. Ermeniler Hınçak ve Taşnak örgütlerini kurdular. Padişah-Damat Ferit, İngilizlerden sağladıkları destekle “Kuvayı İnzibatiye” ordusuna hayat verdiler. Tüm bunlar sırf “Anadolu harekatı baltalansın, Kuvayı Milliye başarısız olsun” diye.

Çanakkale’de, Kastamonu’da, Bolu’da, Konya’da isyanlar çıkardılar. Doğu ve Güneydoğu Anadolu isyanları hem Kurtuluş Savaşı’nda, hem de savaştan sonra devam etti.

Bu itirazlar, karşı çıkışlar, direnişler Büyük Millet Meclisi’nde yapıldığı gibi Cumhuriyet’ten sonra da sürdü. Fiziki eylemleri durdurabilmek için İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Kötü pıropagandalarla insanların Kuvayı Milli’ye katılmaları engellenmeye çalışıldı. Yağma ve bozgunculuk yapanlar, askerin silahını ve mühimmatını çalanlar, casuslar, asker kaçakları bu mahkemelerde yargılandılar.

İster halk arasında, isterse Meclis’te kurtuluşu engelleyici hal ve hareketler sürerken, Cumhuriyetten sonra da bu sesler, devrimleri durdurmak için etkili oldu. 17 Şubat 1921’de kapatılan İstiklal Mahkemeleri 1923-1927 yılları arasında üçüncü kez açıldı ve bu mahkemeler “devrim mahkemeleri” niteliğini kazandı. “Savaş, ihtilal gibi isyan, bozguncu ve karşı devrimcilerin yargılandığı (…) infaz kurulları” oldular.

Cumhuriyete itiraz edenler her yeniliğe, değişime ve atılıma Yeniçerilerde olduğu gibi “istemezük” diye başkaldırdılar. Saltanatın ve halifeliğin yeniden kurularak “geri getirilmesi için” seslerini yükselttiler. İşi Kubilay’ın kafasını kesmeye kadar vardırdılar. Tekke Tarikat ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu, Tevhit-i Tedrisat Kanunu, Kılık Kıyafet-Şapka Kanunu, Medeni Kanun, Harf Devrimi, Laiklik’ in getirilmesi Cumhuriyet’ i güçlendirirken “dinci” çevrelerde büyük huzursuzluklar yarattı…

Saltanattan halk yönetimine geçmek kimilerinin sesini kısıp etkinliklerini daralttı, “Cumhuriyete düşmanlıklarını” artırdı, padişah yönetimindeki “tebalığın-kulluğun-köleliğin-feodalizmin” yeniden geri gelmesi için “gericiliği” körükledi.

Yüz yıldır “geleneksellikle çağdaşlık-modernite, / feodaliteyle-kölelikle-kullukla bağımsızlık-özgürlük” savaşları hızlarını hiç kesmedi. Yüzyıl geçmesine karşın geleneksellikle, kölelikten kurtulup tam bağımsızlıktan, özgürlükten ve çağdaşlıktan yana tavrımızı koyamadık. Hala ATATÜRK’E, hala CUMHURİYETE, ÇAĞDAŞLIĞA yükselen sesleri, itirazı bir siyaset, bir başarı sayıyorlar. Oysa bu itirazlar, bu ayrıştırmalar, bu “milletin çeşitliliği”,  bir zenginlik değil, milleti, devleti, CUMHURİYETİ yok olmaya götürecek temel taşlardır.

Bakalım “milliyetçiyim” diyenlerin sesleri “millet çeşitliliğine” karşı yükselecek mi? Yoksa “Ne Mutlu Türküm Diyene”, “T.C”, “Andımız” kaldırıldığındaki gibi “beka sorunu var” deyip susacaklar mı?

Sevgiyle, esenlikle kalınız…