"Herkesin yalan söylediği yerde kimse yalan söylemez. Her şeyin yalan olduğu yerde hiçbir şey yalan değildir."

Ölüler Ansiklopedisi | Danilo Kiş

Sonbaharın içindeyiz ve bu mevsime en çok yakışan müzisyen kesinlikle Yann Tiersen. Kulaklığınızı takıyorsunuz, Tiersen' in piyano tuşlarına dokunuşları hüznümüzün coğrafyasındaki güz yaprakları gibi salınıp duruyorlar. Sonbaharın hüznü, zamanın ruhundan habersiz, zamansızlık düşlerini kovalayan insanları kendi doğasıyla buluşturuyor. İşte o an kulağınızda sadece size ait melodilerle Golgotha'ya tırmanır gibi yokuş yukarı sürüyorsunuz ruhunuzu.

İşte öyle bir sonbahar günü, Boztepe' ye doğru yürüdüm. Önce "Kızlar Manastırı'nda bir mola verdim. Önümde yine o turnike! Belediyemiz, her seferinde içeriye biletimizi kesiyor. Paranızın karşılığı olarak sunduğu otoban manzaralı manastır görülmeye değer doğrusu. Biraz daha doğaya çıkıp sonbahar yakalayayım isterseniz, ikinci bir turnikeyle karşılaşıyorsunuz. Biletinizi kesen görevlinin sorusuyla irkiliyorsunuz. "Cam teras istiyor musunuz?"

Hayır, diyorsunuz, üçüncü bir turnike daha istemiyorum. Tek amacım şehirde yürümek! Görevlinin suratındaki öfke görülmeye değer doğrusu.

Aklıma Sabahattin Ali'nin o enfes ironik öyküsü "Sırça Köşk" geliyor. İçimden bir ses görevliye şu soruyu sormak istiyor:

-Yahu sizin memleketin sırça köşkü nerede?

Sabahattin Ali'nin öyküsünde dediği gibi:

"Gözümde tüten ne şehirler ne insanlar, ne de kırlar ve ormanlardı. Açık denizleri, etrafında duvar olmayan, uçsuz bucaksız yerleri arıyordum. Ama ruhumuz böyle gökyüzlerinde uçup dururken birdenbire yere inip insan küçüklüğü ile karşılaşmak ne tuhaf oluyor."

Bu turnikeler o kadar açık ki, ben doğup büyüdüğüm bu şehrin yalancısıyım ve artık yabancısıyım. Yıllar sonra döndüğüm şehrimde, herkes gibiyim. Yürüyüş rotasını yalnızca işi ve evi arasına sıkıştırmış bir şehrin turnikesindeyiz.  Şehrin ne içindeyiz ne dışında. Hatta şehrin kıyısında bile değiliz. Sabahattin Ali’nin öyküsünü hatırlayanlar bilirler; “üç tembel arkadaş”, sırça köşksüz kent olamayacağına halkı inandırıp bir sırça köşk yaptırırlar. Gün gün köşkü gittikçe büyütürler. Sırça köşkün ihtiyaçları giderek artar, köşke girenler hazır yemeye alıştığından olsa gerek kimse köşkten ayrılmak istemez, dışarıda kalanlar da içeriye girmeye çalışırlar... Sonrası malum.

Uzaklardan gelmiş, şehrime sahip ama onun içinde bizlerle birlikte büyümemiş kimselerin sorusunu duyuyoruz:

-Nasıl sizin sırça köşkünüz yok mu? Sırça Köşkü olmayan şehir, sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu?

- Cam terasımız ve turnikelerimiz var, diyorum.

"Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız", diyor biri ve şehirle beraber susuyoruz...

Sonra gerçekten susayıp semaverde çay içtiğimiz zamanları anımsıyoruz. Anlıyoruz ki hakikat sadece şehrin ve bizim zamansızlık içine sıkışmış düş günlerimiz. Yine o dış sesleri duyuyoruz ve müziğin sesini açıyor, hızlıca bayırdan aşağıya salınıyoruz.  Ardımızda bildiğimiz o aynı replik.

"Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun?"