Osmanlı, devlet olarak yoksullaşırken, vezirleri, veziriazamları, paşaları, defterdarları, valileri durmadan zenginleşirdi. Patrona Halil isyanıyla ele geçirilen Damat İbrahim Paşa’nın hazinesi, devletin memurlarına altı ay maaşlarını ödeyecek kadar büyüktü.
Bu isyan, “vur patlasın, çal oynasın” Lale Devri başıboşluğunun ve keyfiliğinin sonunu getirdi.
31 Mart seçimleri, belediyeler aracılığıyla tarihte görülmedik boyutta yapılan soygunları belgeledi. Her AKP’li belediye saltanatını kurdu, müteahhitlerle “al gülüm ver gülüm” ilişkisiyle yaptıkları ihalelerin borçlarıyla, bu zamana kadar hiçbir hesap vermeden her türlü şatafatın, yağmanın ve talanın içinde yıldızlaşarak geldiler. Fatura her zamanki gibi halka çıkarıldı.
İllerde, ilçelerde belediyeler, Ankara’da da tek kişilik hükümet sistemi sanki, “Kuran’daki yağma, talan ve ganimet ayetleriyle”, fethedilen “düşman ülkenin gelir kaynaklarıymış” gibi Merkez Bankasını boşalttılar, hazineyi “yap-işlet-devret” yöntemiyle “yandaş müteahhitlere” peşkeş çektiler. Yollar, köprüler, tüneller ve Şehir Hastaneleriyle ülke ekonomisi tarihinde görülmedik bir soygunla halkının gözünün içine baka baka “ben ekonomistim”, “tek sorumlu benim” diyerek sömürüldü. Bir birime yapılacak işi, on birime yaptırdılar. Herkes kazandı, ama halk soyuldu.
Seçim sonrası devralınan belediyelerin kasalarından binaların boylarını aşan “borç listeleri”-“soygun listeleri” çıktı. Kimileri harcamaları o denli uçlara taşıdı ki, “belediyeyi altın varaklı Osmanlı Sarayına dönüştürdü.” “İtibardan tasarruf olmaz” savurganlığı hem belediyeleri, hem devleti borç batağına gömdü. Yirmi iki yıldır “sorumsuz sorumlular” olarak har vurup harman savurdular. Ama denizin suyu bitti. Sıra hesap vermeye geldi: Bakanlık izin verir mi? Göreceğiz, yandaş kalemleri...
G-7’lerin dayatmasıyla geçilen Global Ekonomi, şimdiki adıyla Serbest Piyasa Ekonomisi, yarışacak-rekabet edecek hiçbir şirketi olmayan Türkiye’yi hızarın ağzına vererek kuzuyla kurdu aynı yolda yürüttüler. Bu çetin koşullar altında, sisli ekonomi havalarında kuzuyu korumak mümkün müydü? Direnmek ve ayakta kalabilmek için pek çok banka, şirket, fabrika “yabancı banka, şirket ve fabrikalarla” evlilikler gerçekleştirdi. Soygun düzeni kuruldu. İç güçler de, dış güçler de son derece mutlu oldu. Hırsızlığı, vurgunu, soygunu, yağmayı, talanı normalleştirdiler. Sonuçta halk korkunç bir “ahlaki erozyona” uğradı, ruh sağlığı bozuldu. İşi, aşı, kazancı olmayan insanların ruh sağlıkları da olmaz. Ekonomiyi bozanlar halkın ruh sağlığını da bozdu, ruh sağlığı ile birlikte ahlaki ilişkilerini de... Madde, alkol, kumar bağımlılıkları had safhaya ulaştı. Fuhuş, intihar, hırsızlık, gasp, soygun, aile içi şiddet, kadın öldürme vakaları, evi terk etme gündelik işlerden sayıldı.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, dışalıma dayalı iç tüketimi düzenleme ve ihtiyaçları karşılama politikaları, üretim artırılmadığı için, iç piyasadaki fiyat dalgalanmalarını durdurmadı. Borçlar, dış ticaret açığı, yarı mamul malların ithalatı, döviz-kuru-Türk lirası arasındaki uçurumla büyüyen “dar boğaz”, aşılmadık hiçbir eşik bırakmadı. Enflasyon, borcu borçla kapatma eğilimi ve yönetimin savurganlığıyla, “başarılı buluş” diye halka anlatılan “Kur Korumalı Mevduatın” gelmesine neden oldu. Kurulan bu çarkla, tıpkı “cebimizden beş kuruş çıkmayacak” diye anlatılan “yap-işlet-devret” yöntemi gibi Hazineye 818 milyar liralık bir yük getirdi ve halktan alınan bu para mevduat garantili para sahiplerine aktarıldı. Zengin daha zengin edilirken, halk da o oranda fakirleştirildi. Enflasyonu verdikleri faizde değil de, emekliye yapılan üç kuruşluk zamda aradılar. 2024’ün il dört ayı, emekliye para yok derken, KKM, 250 milyar liralık faizli kapandı.
Bugün iktidar, ülkeyi 31 Mart seçimleriyle “güvenoyu alamamış” bir hükümetle yönetiyor. Güvenoyu, eskiden TBMM’den alınıyordu. Güvenoyu şimdi, on yedi bakanı ve Genelkurmay Başkanı ile milletten alınacaktı. Fakat millet on yedi bakan ve Genelkurmay Başkanının çalıştığı siyasetçiyi seçmemekle hükümetin ve sistemin adamlarına güvenoyu vermedi. Şu andaki hükümetin “yasal hiçbir geçerliliği kalmadı.” Muhalefet bu hükümete ve bu iktidara olmaz, “iktidar” halk tarafından azınlığa düşürüldü. Çünkü halk, milli iradeyi Ana Muhalefete, muhalifliği de iktidar partisine verdi, yetkiyi elinden aldı.
İktidarı-çoğunluğu yitiren bir parti ve lideri Anayasa yapamaz. Yapay gündemle halkın sorunları örtülemez, gizlenemez. Ülkede sorun “Yeni Anayasa” değil, ENFLASYON, İŞSİZLİK VE AÇLIKTIR, ATANMAYAN ÖĞRETMENLERDİR, YAPILMAYAN REFORMLAR VE İNTİBAK YASALARIDIR, UCUBE MÜFREDATTIR, ADAM GAYIRMANIN TEMELİ KALDIRILMAYAN MÜLAKATTIR, SORUN CUMHURİYETE VE LAİKLİĞE DÜŞMANLIKTIR.
Bu zaman kadar “Anayasa Mahkemesi Kararlarını” tanımayan-uygulamayan bir liderin ve iktidarın “yeni bir anayasa” talebiyle halkın karşısına çıkmaya hakkı yoktur. Üstelik Anayasa’nın %80’ini referandumla değiştiren onlardır. Böyle bir oluşuma katkı verilemez. Taksim’in yollarının 42 bin polis, asker ve jandarma ile işçiye kapatılması “anayasal haklarını ellerinden alması”, iktidar için de “korkunun dağları sarmasıdır.” /Anayasal hakları çiğneyenler, anayasa yapamazlar. Yaparlarsa, salt kendilerini kurtarmak içindir, millet için değil…
Sevgi ve esenlikle kalınız…