Doktorlar hayatımın anlamı, beni ayakta ve hayatta tutan insanlardır.
Yaşadığım rahatsızlıkları zaman içerisinde birtakım operasyonlarla giderdiler ve beni sağlığıma kavuşturdular. 28 yıl önce geçirdiğim kalp kırizi, ardından baypas; prostat, mesane, böbrek kistleri ve takılan pil; bilgi, beceri ve gelişen teknolojilerle her şey kolaylaştı.
Düzenli olarak yaptırdığım doktor kontrollerim var: Kan tahlilleri, röntgen, EKO görüntüleme, tomografi, ultrason… tüm hocaların üstadı Prof. Dr. Ali Oto ve diğerlerin değerlendirilmeleri…
Geçerli notu hocanın güven dolu sözlerinden aldıktan sonra, bol zamanımız kalmıştı. / Canımız sıkıldıkça Trabzon’u arıyorduk. Eş, dost, akrabadan insanlarla konuşuyorduk.
Bir türlü yaz gelmedi memleketime. / Hala soba-kalorifer yakıp ısınanlar vardı. Ankara’nın da Trabzon’dan geri kalır yanı yoktu, ama yağsa da, gürlese de gökyüzünü, güneşi görebiliyorduk. Karadeniz’deki gibi dağları basmıyordu duman, eşkıya basar gibi; karartmıyordu suratını, bozmuyordu moralleri kaşlarını çatarak. Bir yerlerden gülümsüyor, göz kırpıyordu insanlara, rahatlatıyor, moral veriyor, mutlu ediyordu: Güneş mutluluktu, onu görünce yüzümüz gönlümüz gülüyordu.
Düğüne gidecektik İstanbul’a. Bir haftalık zaman aralığımız vardı. / Kadim dost Yüksel’i aradım. Çok davetleri olmuştu yazlığına. Bir türlü gidememiştim. Bu yıl erken ayrılmıştı memleketten, yapacak işleri vardı sitede.
“Ne demek” dedi, “bekliyorum Ağabey.” / Biletlerimizi aldık ve Ayvalık’ın yolunu tuttuk eşimle.
16 derece ile çıktığımız güneşli bir Ankara’dan Ayvalık Otogarına vardığımızda 22 dereceyi gösteriyordu termometre. Hava, içinden sıcak geçen bir rüzgarla karşıladı bizi… Yol boyu gördüğüm ormanlar, hele bozkırı yaran yolun her iki tarafına dikilen ve büyüyen sedirler, katran ağaçları, akasyalar, çınarlar, söğüt ve kavaklar Anadolu topraklarında ağacın yetişeceğinin, büyüyeceğinin ve orman olabileceğinin en büyük kanıtıydı. Yeter ki dikilsin. Zaman zaman geçtiğimiz yerlerde gördüm dikilerek yetiştirilen ormanları, çok mutlu oldum. Ülkem fide dikilerek ormanlarla zenginleşebiliyordu. Tembelliğe gelir tarafı yoktu bunun. Atatürk ne diyordu: “Türk övün, çalış, güven” Çalışmadan olmaz bu işler, hiçbir zaman da olmadı. Atatürk Orman Çiftliği’ni düşünün. Bozkırın ortasında bir cennet. / Ayrıca rüzgar güllerinin her geçen gün artışıyla elde edilen “temiz enerji”, sevindirdi beni. Dağların ufukla birleştiği yerlerde bayrak direği gibi yükseliyorlar ve radyoaktif bir korku, endişe vermiyorlardı. Kimi yerlerde yanına dikilerek ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlayan fabrikalar gördüm.
Bursa Ovasına çok üzüldüm. Kent, kanser gibi ovayı istila etmişti. Bir ülkeye, bir memlekete verimli topraklarını betonla kaplayarak yok etmekten daha büyük bir kötülük yapılabilir miydi? Beton tohumu ekmişler, sebzelerin, meyvelerin, topraktan fışkıran yaşamın yerine; ölü binalar yükselmiş. Ovayı dolduran dört milyonluk bir koca şehir yaratmışlar.
Yol boyunca gördüğüm dağlar, yamaçlar Ege’ye inene kadar yemyeşil. Çam ve zeytin ağaçları iç içe geçmiş. Sıralı görünenler belli ki dikilerek yetiştirilmiş, tıpkı zeytinliklerde olduğu gibi. Yeşilin, mavinin dünyasında büyüyenler her ne yana gitseler bu renkleri özlüyorlar, onların vazgeçilmezliğini görüyor ve yaşıyorlar. / Güneş cennete çeviriyor memleketimi; gördükçe, tanıdıkça, bildikçe öğrendikçe daha çok büyüyor içimde sevgisi.
Yüksel, Altınova’da oturuyordu. Gelip alacaktı bizi Ayvalık Otogarından. / Her taraf güneşti, her taraf yeşil, her taraf mavi. Bir Karadenizli için bundan daha büyük mutluluk ne olabilirdi?
Bahar bitmek üzereydi. Yaz henüz gelmemişti ve benim memleketimde hala dağlara kar yağıyordu, hala kıyı kentlerinde, köylerinde sobalar ve kaloriferler yanıyordu. Hatta telefonla konuştuklarımız, “soğuk, yağmur, gürleme, zaman zaman da dolu yağıyor” diyorlardı. “Yamaçlarından başlayan sis, eksik olmuyor tepelerinden.” / Değil insan, demirin çürüdüğü bir iklimde yaşıyoruz Karadeniz’de.
Altınova’da, Ayvalık’ta, Dikili’de, Sarımsaklı’da, Bergama’da güneşle dolu evler; sokaklar, caddeler, meydanlar, parklar ve deniz, her yan güneşle dolu. Müzeyi geziyoruz Bergama’da, 2500 yıl önce kurulan, Efeslilerin sularının şifalı olduğuna inandıkları, sağlık, dinlenme merkezi Asklepion’u geziyoruz; gezmeye vakit bulamadığımız Akropol bütün ihtişamıyla karşı tepede duruyor. Ne yazık ki, övüne övüne bitiremediğimiz Osmanlı, topraklarındaki eserlere “taş” gözüyle baktığından, binlerce yıl önce yaşayan insanların inançlarını, düşüncelerini, yaşayışlarını, savaşlarını, bilgilerini, beceri ve tekniklerini, mermere işleyip yontarak doğada bıraktıkları izlere, uygarlıklara, Akropol’ e sahip çıkmadı. Arkeolojik kazılarda kaçırılan binlerce eserden ikisi olan, Zeus Sunağı ve Athena Tapınağı da sökülerek gemiyle Almanya’ya götürüldü, Berlin’de sergileniyor. Adalarına ve topraklarına sahip çıkmayan Osmanlı, Zeus Sunağı’na, Athena Tapınağı’na ve arkeolojik buluntulara sahip çıkar mıydı? / Kültür Bakanlığı zaman zaman küçük pırojelerde ümit var çalışmalar yapıyor ve kimi eserleri, ülkemize geri getirterek kazandırabiliyorsa da, kimi anıtsal büyük eserleri ne zaman getirtir bilemiyorum. Bu eserler, ülkeye değer katan, kazandıran üzerinde yaşayan insanların yarattıkları her şeydir. Vatan, canlı-cansız, insan, hayvan, bitki, ağaç, çiçek, böcek, uygarlıklar, kentler, köyler var olan her ne varsa, olanların kendisidir./ Güneşe dönüyorum; gökyüzü, yeryüzü güneşle dolu. O kadar hasretim ki güneşe… İliklerime kadar ısınıyorum: Denizin ve gökyüzünün mavisine, toprağın yeşiline doyuyorum, ama yine de aç kalkıyor insan güneşin sofrasından.
Yüksel “Şeytan Sofrası” diyor, “Cennet Tepesi, Sarımsaklı, Cunda Adası…” diyor. / Türkiye tarihinin ilk Boğaz Köprüsü’nü görüyoruz Ada’ya girerken. / Ve Şeytan Sofrası her tarafa egemen bir yükseklikte: Tepeye vardığınızda cennet seriliyor ufkunuza, tatlı-serin bir rüzgarla doyun doyabilirseniz bu görkemli güzelliğe; Cennet Tepesi de öyle… Güneş, yeşil ve mavi.
Farklı bir Türkiye burası. / Adalar ve çukurları dolduran masmavi Ege suları… Hayaller, rüyalar yaratıyor insanın kafasında; gönlü büyüyor, zenginleşiyor, genişliyor dünyası insanın.
Deniz bu kadar mı güzel olurdu yemyeşil adaların arasında, yemyeşil adalar bu kadar mı yakışırdı bu masmavi denize? Bir rüya içinde yaşıyordum, uyanmayı, uyandırılmayı ve bitmesini istemediğim bir rüya. / Boyuna resim çekiyordum, çektiğim yerleri tekrar tekrar çekiyordum, sanki rüyadan uyanınca gerçekliğinden sıyrılacak, başka bir şekle bürünecekmiş gibi. Ne gözümden, ne objektifimden gitmesini istemiyordum. Güzellikleri beynimin en girift, en karmaşık yerlerine, bir daha çıkmamak üzere kazımak istiyordum. / Benim gibi çok geç kalanlar varsa, mutlaka, bir an önce gelmeliler, görmeliler cennet vatanın bu köşesini. / Tarihi anımsıyorum, Ege’yi, Adaları nasıl verdiğimizi, Yunan almasın diye İtalyanlara Uşi’de nasıl bıraktığımızı ve bir daha alamadığımızı… Lanetler gelip geçiyor içimden sebep olanlara, lanetlerle ayranım kabarıyor. Elini uzatsan dokunacak kadar yakınsın Midilli’ye, diğerleri de Anadolu’nun kıta sahanlığında duruyorlar, Anadolu’ya bitişik. / Cunda’da, işgalci Yunanlı komutanı öldürerek kurtuluşa ilk kurşunu sıkan ve aynı yerde öldürülen Ayvalık Alay Komutanı Afyonlu Ali Çetinkaya’nın büstünü görüyoruz. Minnetle, şükranla anıyoruz.
İnci gibi kıyı boyu dizilmiş beyaz evlerden oluşan ilçeler, beldeler, yazlıklar ve doğayı ezmeye çalışan oteller. Denizi satıyorlar, kumsalı, huzuru, rahatlığı, doğayı, tarihi ve güneşi satıyorlar… Bol oksijenli havayı ciğerlerine çekerken dinleniyor insan. Dinlenmek “yorgunluk veren konuları unutmak, toksik asitleri atmak”, temiz havanın tazeliğini, zindeliğini, canlılığını, diriliğini tüm hücrelerinde duymak ve yaşamak değil midir?
Cunda Adasına giderken Ayvalık’a sapıyoruz. / Yıllar önce eşiyle gelip Ayvalık’a yerleşmiş değerli dost Köksal Durmuş’u arıyorum. Konum tanımlamasını Yüksel’e atıyor ve “Sarı Zeybek’te” buluşuyoruz. Ayvalık Tostu ve ayran ikram ediyor. Bunu özellikle yazıyorum: Bu bölge yoğun turist çeken bir yer. Buna rağmen Tırabzon’a, Beşikdüzü’ne göre çay da ucuz, ayran da, otopark da ucuz, tost da… Belediyelerin varlığı her yerde kendini hissettiriyor. Fırsatçılara izin verilmiyor. Her taraf, sokaklar, caddeler, parklar, meydanlar, tuvaletler tertemiz. Rüyaların en güzelini yaşadığım “Şeytan Sofrasında, Cennet Tepesinde çay on lira, Cunda Adasında bir porsiyon lokma tatlısı yirmi beş lira, günlük-saatlik değil park ücreti elli lira.” İnsanın inanası gelmiyor…
Yazlıkların, evlerin fiyatlarını soruyorum Yüksel’e, Köksal’a. Parası olana göre ucuz, olmayana göre dudak uçuklatacak cinsten. Daire, ya da yazlık almayı hayal etmek bile çok güzel. Nasıl olsa hayal kurmak bedava. / Ama böyle yerlerde huzuru iliklerinde duyarak yaşamak inanın ömrünü uzatır; insanı sağlıklı kılar, mutlu eder. Param olsa, bir gün beklemez güneş satın alırdım, deniz, gökyüzü, kumsal, huzur, tarih ve mutluluk satın alırdım. “Yaşamak güzel şey be kardeşim”, her şeye rağmen yaşamak… Para bulacak kadar ne enerjim kaldı, ne ömrüm.
Bu görkemli güzellikleri bana, eşim Bilgisel’e yaşatan kadim dost Yüksel’e ve eşleri can kardeş Fatma’ya ne kadar teşekkür etsem azdır. Yüksel’i, Fatma’yı, Köksal’ı ve eşi Elmas’ı gösterdikleri içtenlikli sevgiyle, saygı dolu dostlukları, güler yüzlü yakınlıklarıyla bir yürek atışı gibi duyumsuyorum. / Sımsıcak sevgilerimi, selamlarımı gönderiyor, sağlıklar diliyorum.
Sevgiyle, esenlikle kalınız…
TURAN BAHADIR [email protected]