Türk eğitim ve kültür hayatında “ikindi güneşi” gibi ömrü kısa, fakat gölgesi çok uzun olan Köy Enstitüleri yıllardır tartışılıyor, daha nice yıllar da tartışılacaktır. Öyle ya “Türkiye için yaşamsal değer taşıyan bu okullar neden kapatıldı?” Yoksul, üretimden yoksun, çoluğunu çocuğunu bakamayan, eğitemeyen, okuryazar olmayan bu toplum, neden kurulduğundan beri bu okulların karşısında durdu, kapatılma kararını sessiz karşıladı?

Köy Enstitülerinden mezun olan öğretmen, gittiği her köye, tarımdan sağlığa, taş ustalığından hayvancılığa, marangozluktan demirciliğe, bez dokumacılığından terziliğe kadar öğrendiği meslekleri getirecek ve salt öğrencileri değil halkı da eğiterek okuryazar yapacak, aydınlatacak, haklarına sahip çıkmasını sağlayacaktı.

Köylü toprağı işleyecek, hayvan besleyecek, ev yapacak, mağara-toprak evlerden kurtulacak, dokuyacak, kesip dikecek ve elbiselerini üretecek, ağaya muhtaç olmayacaktı. Cehaletle savaşacak, karanlıktan aydınlığa çıkacak, kölelikten kurtulacak, birey-vatandaş olacak, insanca yaşamayı öğrenecekti. Öğretmen, okulunu, lojmanını yapacaktı. Her yönden insanlara önder olacak, kılavuzluk yapacaktı: Her faaliyet “iş için, iş içinde eğitimle” gerçekleşecekti. Köylüler çalışırken eğitileceklerdi.

Savaş bitti. Sovyetler güçlendi. Amerika “Sovyet yayılmacılığına karşı” Yunanistan’ı ve Türkiye’yi yanına almaya çalıştı. Yunanistan’da isyan çıkartacak kadar güçlü bir “komünist parti” vardı, Türkiye’de de böyle bir tehlikenin varlığından söz ediliyordu. Ayrıca bir başka tehlike daha varmış: “Stalin, Kars’ı, Ardahan’ı, Artvin’i ve Boğazlarda üs kurmayı istiyormuş.” Dış İşleri Bakanlığı arşivlerinde Rusların isteğini ileten “nota” nitelikli böyle bir belge yok, ama dedikodusu yapılmış. Savaştan sonra yalnız kalan Türkiye, 1945 ve 1946’da Amerika ile “Kültür-Yardımlaşma Antlaşmaları” imzaladı. Ne var ki, bu antlaşmalar “kültür” değil, bir nevi “Amerika’ya yardım antlaşmaları” oldu. İçerikleri de öyle…

Birinci antlaşma: “23 Şubat 1945’te” imzalandı, TBMM’de 4780 sayı ile yasalaştı. Bu anlaşmanın 2. Maddesinde şöyle:  “TC Hükümeti, sağlamakla görevli olduğu hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ye teslim edecektir.”

Bağımsızlık savaşı vermiş bir toplum, bir meclis, içinde böyle “ucu açık ifadeler” dolu bir metni nasıl kabul edebilirdi? Türkiye Amerika’ya karşı nasıl görevli olabilirdi? Bu millet özgürlüğünü Amerika’ya hizmet için mi kazandı? Ne demek “kolaylıkları ya da bilgileri Amerika’ya teslim edecektir”? İkinci antlaşma, bir yıl sonra, 27 Şubat 1946’da imzalandı. “Dünyanın değişik yerlerinde, ABD’nin elinde kalan ve ülkesine götürmesi pahalı olan savaş artığı malzemeleri satın alması koşuluyla Türkiye’ye borç verilmesini” istiyordu. Bundan sonra ek antlaşmalar, yeni antlaşmalar ve Amerika bağımlılığı sürüp gitti; ta ki, Menderes’in “Küçük Amerika” hayaliyle iktidarı bitene kadar. Ondan sonra Amerika Türkiye’den çıktı mı? Hayır, Amerika Türkiye’nin kanseri oldu.

1947’de yapılan bir antlaşmada “başkanı Amerika Büyük Elçisi olmak koşuluyla oluşturulan ikisi Türk, ikisi Amerikalı olmak üzere dört kişilik komisyon Milli Eğitim Bakanlığına yerleştirildi. Büyük Elçinin iki oyu vardı. Bu ne demekti? Amerika komisyonda dört kişi oldu demektir. Yani Amerikalılar ne isterse o olur demektir.

Türkiye’ye yerleşen Amerika, yaratacağı “komünizm” ya da “Sovyet” düşmanlığı ile “Türkiye’yi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn edecek” ve ne istiyorsa yaptıracaktı… Bakınız, savaş bitmeden çıkarılan dedikoduyla, “korkuya, paniğe, taraf olmaya” ortam hazırlanıyordu. Tehdidi yeterli görmeyenler, ülke içinde de çok büyük tehlikenin varlığından söz ediyorlardı. Bu tehlike de “çok güzel ümitlerle kurulup eğitim-öğretim veren Köy Enstitüleri” idi. “Hepsi komünist yuvasıdır” diye propagandası yapılıyordu.

Gerçekte Köy Enstitüleri bir tehlike miydi? Bu soruyu yanıtlamadan önce şunu özellikle belirtmek istiyorum: İkili antlaşmalar imzalanmadan önce, “Köy Enstitüleri”, toprak ağalarının sorunu olmaya başlamıştı. Ve Köy Enstitüleri ülkenin, toplumun çehresini değiştirecek, Türkiye’yi geleceğe, aydınlık ufuklara taşıyacak umutları besliyor ve yüceltiyordu. Ne zaman ki Amerika Türkiye’ye girdi, “basın da değişti, siyaset de değişti, toplum yönlendirilmeye başlandı.” Amerika “devletçiliği, köy enstitülerini, kalkınma pılanlarını” “komünist uygulamalar” olarak görüyor, Türkiye’nin bir an önce “çağdaş liberal ekonomiye geçmesini” istiyor, toprak ağaları ve aşiret reisleriyle ortak hareket ediyordu.

Köylere giden Enstitü mezunu öğretmenler, köylülere haklarını belletmeye, toprak sahibi olmalarını-toprak reformunu anlatmaya çalışıyorlardı. Bundan rahatsızlık duyan büyük toprak sahibi ağalar-Eskişehir Milletvekili Abidin Foduoğlu “bunlar yetiştiklerinde bizim kafamızı keserler” diyordu. Kinyas Kartal da, “başımın sağlığında ağalığımın elimden gitmesini istemiyorum” diye sesini yükseltiyordu. Özellikle Emin sazak ve diğer CHP’li ağalar, muhalefette gördükleri vekillerle, bakanlarla işlerini kolayca yürütüyor ve Köy Enstitülerinden rahatsızlık duyuyor, “komünist” olduklarını söylüyor, kapatılmalarını istiyorlardı. Mareşal Fevzi Çakmak da bu okullar için sık sık “komünizm tehlikesi yarattıklarından” söz ediyordu.

7 Ağustos 1946’da emellerine ulaştılar. Amerika’nın istekleri doğrultusunda kurulan Recep Peker Hükümeti Hasan Ali Yücel’i Görevden aldı, yerine Reşat Şemsettin Sirer’i getirdi. İsmail Hakkı Tonguç’u Genel Müdürlükten azletti. Köy Enstitüleri gözden düşürüldü. Ağa çocukları ya da yakınları okuldaki arkadaşlarını ispiyonlamaya başladılar. “İnönü zamanında öldürülen Köy Enstitülerinin cenazesini, Menderes zamanında kaldırıldı.”

Ne kadar acıdır ki, kapatılan Köy Enstitüleri ile “komünizm tehlikesi” ortadan kalkmadı, (kimsenin kafası kesilmedi, ama yıllar sonra “kafamızı keserler” diyenler Türkiye’nin yüz akı otuz beş aydını Madımak’ta yaktılar.) kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri tüm yurt yüzeyine yayıldı. 21 Köy Enstitüsü 42, 84, 105… ve daha yüksek sayılara erişseydi, komünizmle mücadele yerine cehaletle savaşılsaydı, toprak reformu gerçekleşseydi, makineli tarıma geçilseydi, sanayi iki-üç-dört-beş… katına çıkarılsaydı, enerji gelişmeye, kalkınmaya harcansaydı, Türkiye ne olurdu? Bir Almanya, bir Japonya, bir Çin olmaz mıydı?

Sovyetler yok oldu, Türkiye Cumhuriyeti hala yaşıyor, vehimlere, uydurma korkulara gerek yok. Yeter ki Türkiye sorunları başta eğitim-öğretim-üretim olmak üzere çözülsün, cehaletle savaşılsın.

Sevgiyle, esenlikle kalınız…

TURAN BAHADIR                 [email protected]

BİTMEYEN KAVGA: KÖY ENSTİTÜLERİ

Türk eğitim ve kültür hayatında “ikindi güneşi” gibi ömrü kısa, fakat gölgesi çok uzun olan Köy Enstitüleri yıllardır tartışılıyor, daha nice yıllar da tartışılacaktır. Öyle ya “Türkiye için yaşamsal değer taşıyan bu okullar neden kapatıldı?” Yoksul, üretimden yoksun, çoluğunu çocuğunu bakamayan, eğitemeyen, okuryazar olmayan bu toplum, neden kurulduğundan beri bu okulların karşısında durdu, kapatılma kararını sessiz karşıladı?

Köy Enstitülerinden mezun olan öğretmen, gittiği her köye, tarımdan sağlığa, taş ustalığından hayvancılığa, marangozluktan demirciliğe, bez dokumacılığından terziliğe kadar öğrendiği meslekleri getirecek ve salt öğrencileri değil halkı da eğiterek okuryazar yapacak, aydınlatacak, haklarına sahip çıkmasını sağlayacaktı.

Köylü toprağı işleyecek, hayvan besleyecek, ev yapacak, mağara-toprak evlerden kurtulacak, dokuyacak, kesip dikecek ve elbiselerini üretecek, ağaya muhtaç olmayacaktı. Cehaletle savaşacak, karanlıktan aydınlığa çıkacak, kölelikten kurtulacak, birey-vatandaş olacak, insanca yaşamayı öğrenecekti. Öğretmen, okulunu, lojmanını yapacaktı. Her yönden insanlara önder olacak, kılavuzluk yapacaktı: Her faaliyet “iş için, iş içinde eğitimle” gerçekleşecekti. Köylüler çalışırken eğitileceklerdi.

Savaş bitti. Sovyetler güçlendi. Amerika “Sovyet yayılmacılığına karşı” Yunanistan’ı ve Türkiye’yi yanına almaya çalıştı. Yunanistan’da isyan çıkartacak kadar güçlü bir “komünist parti” vardı, Türkiye’de de böyle bir tehlikenin varlığından söz ediliyordu. Ayrıca bir başka tehlike daha varmış: “Stalin, Kars’ı, Ardahan’ı, Artvin’i ve Boğazlarda üs kurmayı istiyormuş.” Dış İşleri Bakanlığı arşivlerinde Rusların isteğini ileten “nota” nitelikli böyle bir belge yok, ama dedikodusu yapılmış. Savaştan sonra yalnız kalan Türkiye, 1945 ve 1946’da Amerika ile “Kültür-Yardımlaşma Antlaşmaları” imzaladı. Ne var ki, bu antlaşmalar “kültür” değil, bir nevi “Amerika’ya yardım antlaşmaları” oldu. İçerikleri de öyle…

Birinci antlaşma: “23 Şubat 1945’te” imzalandı, TBMM’de 4780 sayı ile yasalaştı. Bu anlaşmanın 2. Maddesinde şöyle:  “TC Hükümeti, sağlamakla görevli olduğu hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ye teslim edecektir.”

Bağımsızlık savaşı vermiş bir toplum, bir meclis, içinde böyle “ucu açık ifadeler” dolu bir metni nasıl kabul edebilirdi? Türkiye Amerika’ya karşı nasıl görevli olabilirdi? Bu millet özgürlüğünü Amerika’ya hizmet için mi kazandı? Ne demek “kolaylıkları ya da bilgileri Amerika’ya teslim edecektir”? İkinci antlaşma, bir yıl sonra, 27 Şubat 1946’da imzalandı. “Dünyanın değişik yerlerinde, ABD’nin elinde kalan ve ülkesine götürmesi pahalı olan savaş artığı malzemeleri satın alması koşuluyla Türkiye’ye borç verilmesini” istiyordu. Bundan sonra ek antlaşmalar, yeni antlaşmalar ve Amerika bağımlılığı sürüp gitti; ta ki, Menderes’in “Küçük Amerika” hayaliyle iktidarı bitene kadar. Ondan sonra Amerika Türkiye’den çıktı mı? Hayır, Amerika Türkiye’nin kanseri oldu.

1947’de yapılan bir antlaşmada “başkanı Amerika Büyük Elçisi olmak koşuluyla oluşturulan ikisi Türk, ikisi Amerikalı olmak üzere dört kişilik komisyon Milli Eğitim Bakanlığına yerleştirildi. Büyük Elçinin iki oyu vardı. Bu ne demekti? Amerika komisyonda dört kişi oldu demektir. Yani Amerikalılar ne isterse o olur demektir.

Türkiye’ye yerleşen Amerika, yaratacağı “komünizm” ya da “Sovyet” düşmanlığı ile “Türkiye’yi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn edecek” ve ne istiyorsa yaptıracaktı… Bakınız, savaş bitmeden çıkarılan dedikoduyla, “korkuya, paniğe, taraf olmaya” ortam hazırlanıyordu. Tehdidi yeterli görmeyenler, ülke içinde de çok büyük tehlikenin varlığından söz ediyorlardı. Bu tehlike de “çok güzel ümitlerle kurulup eğitim-öğretim veren Köy Enstitüleri” idi. “Hepsi komünist yuvasıdır” diye propagandası yapılıyordu.

Gerçekte Köy Enstitüleri bir tehlike miydi? Bu soruyu yanıtlamadan önce şunu özellikle belirtmek istiyorum: İkili antlaşmalar imzalanmadan önce, “Köy Enstitüleri”, toprak ağalarının sorunu olmaya başlamıştı. Ve Köy Enstitüleri ülkenin, toplumun çehresini değiştirecek, Türkiye’yi geleceğe, aydınlık ufuklara taşıyacak umutları besliyor ve yüceltiyordu. Ne zaman ki Amerika Türkiye’ye girdi, “basın da değişti, siyaset de değişti, toplum yönlendirilmeye başlandı.” Amerika “devletçiliği, köy enstitülerini, kalkınma pılanlarını” “komünist uygulamalar” olarak görüyor, Türkiye’nin bir an önce “çağdaş liberal ekonomiye geçmesini” istiyor, toprak ağaları ve aşiret reisleriyle ortak hareket ediyordu.

Köylere giden Enstitü mezunu öğretmenler, köylülere haklarını belletmeye, toprak sahibi olmalarını-toprak reformunu anlatmaya çalışıyorlardı. Bundan rahatsızlık duyan büyük toprak sahibi ağalar-Eskişehir Milletvekili Abidin Foduoğlu “bunlar yetiştiklerinde bizim kafamızı keserler” diyordu. Kinyas Kartal da, “başımın sağlığında ağalığımın elimden gitmesini istemiyorum” diye sesini yükseltiyordu. Özellikle Emin sazak ve diğer CHP’li ağalar, muhalefette gördükleri vekillerle, bakanlarla işlerini kolayca yürütüyor ve Köy Enstitülerinden rahatsızlık duyuyor, “komünist” olduklarını söylüyor, kapatılmalarını istiyorlardı. Mareşal Fevzi Çakmak da bu okullar için sık sık “komünizm tehlikesi yarattıklarından” söz ediyordu.

7 Ağustos 1946’da emellerine ulaştılar. Amerika’nın istekleri doğrultusunda kurulan Recep Peker Hükümeti Hasan Ali Yücel’i Görevden aldı, yerine Reşat Şemsettin Sirer’i getirdi. İsmail Hakkı Tonguç’u Genel Müdürlükten azletti. Köy Enstitüleri gözden düşürüldü. Ağa çocukları ya da yakınları okuldaki arkadaşlarını ispiyonlamaya başladılar. “İnönü zamanında öldürülen Köy Enstitülerinin cenazesini, Menderes zamanında kaldırıldı.”

Ne kadar acıdır ki, kapatılan Köy Enstitüleri ile “komünizm tehlikesi” ortadan kalkmadı, (kimsenin kafası kesilmedi, ama yıllar sonra “kafamızı keserler” diyenler Türkiye’nin yüz akı otuz beş aydını Madımak’ta yaktılar.) kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri tüm yurt yüzeyine yayıldı. 21 Köy Enstitüsü 42, 84, 105… ve daha yüksek sayılara erişseydi, komünizmle mücadele yerine cehaletle savaşılsaydı, toprak reformu gerçekleşseydi, makineli tarıma geçilseydi, sanayi iki-üç-dört-beş… katına çıkarılsaydı, enerji gelişmeye, kalkınmaya harcansaydı, Türkiye ne olurdu? Bir Almanya, bir Japonya, bir Çin olmaz mıydı?

Sovyetler yok oldu, Türkiye Cumhuriyeti hala yaşıyor, vehimlere, uydurma korkulara gerek yok. Yeter ki Türkiye sorunları başta eğitim-öğretim-üretim olmak üzere çözülsün, cehaletle savaşılsın.

Sevgiyle, esenlikle kalınız…