Çağdaş iletişim ve anlatım araçlarının başında radyo, televizyon, gazete, dergi, kitap, telefon ve “sosyal medya” denen feysbuk, tivıtır, ıstagram gelmektedir. İnsanların kendini en iyi ifade ettiği terapi gibi gelen bu kanallar siyasetin hoşuna gitmediği zamanlar “hakaret, suç ve yüce menfaatler, devletin ve milletin bekası” devreye sokularak kapatılmakta, milletin sesi, soluğu kesilmekte, insanlar hapishane ve para ile cezalandırılmaktadırlar.
Yanlışlıkları yaşadığı zaman iktidar, her eyleminde olduğu gibi “doğru düşündüğüne ve yaptığına” inanmakta, asla özeleştiri denen son derece doğru, insani, erdemli ve çağdaş bir yöntemi kullanmamakta, insanları suçlamakta, aşağılamakta, despotik yasalara çarptırmaktadır.
Halk arasında en çok duyulan uyarılardan biridir: “Sus, konuşma. Aman kimseler duymasın. Uluorta her duyduğunu, düşündüğünü, her bildiğini söyleme. Yerin kulağı vardır. Sonra ne derler senin için, ne yaparlar?” Ayırtına varmadan seni korkutarak susturmaya çalışırlar. Çok büyük “ahlaki kuralmış gibi” “söz gümüşse, sükut altındır” diyerek, konuşmanın ve susmanın yerini, zamanını bilmeye, vurgulamaya çalışırlar. Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra sen çok da bil konuşmanın yerini ve zamanını, kimin umurunda?
Doğal olarak düşündüğünü konuşurken “ayıp, günah, yasak, gelenekler, görenekler” çıkıyor karşına. Bunlar toplumun değer yargılarıdır. Zaman değişti, devir değişti, değer yargıları değişmedi. Aslında değişen uygarlıkların getirdiği üretim-tüketim araçları ve ilişkileridir. Her uygarlığın ölçütleri farklıdır. Çadır uygarlığından kalan değerler var, toprak uygarlığından kalan değerler… Sanayi toplumu geçildi-biz de henüz yaşanıyor, ama bilgisayar-ya da dijital çağın içerisindeyiz. Bu uygarlığın değerleri de ötekilerinden farklıdır. Öyle ya, dijital çağda, çadır ve toprak uygarlığının değerleriyle yaşanır mı?
Evren küçücük bir telefonun içine indirgendikten sonra, çocuk neyin ayıp, neyin günah olup olmadığını telefondan çok iyi öğrenmektedir. Anasına, babasına sorma ihtiyacını dahi duymuyor. Tüm sorular “gogula” soruluyor, tüm yanıtlar da ondan alınıyor. Gogul en iyi arkadaş, en iyi dosttur onlar için. Bu çocuklar “geleneğin, göreneğin, toplumsal değerlerin çocukları değil, “gogulun çocuklarıdır.” Çocukların anası da, babası da “goguldur.”
Dijital dünyada ayıp, günah, yasak, suç yoktur; ne kadar engelleme ve yasak getirilirse getirilsin, delinmesi, aşılması hiç de zor değildir. Vikipedi yasaklandı da ne oldu, okunmadı mı? Bilgiler uzayda ve kolayca da erişilebiliyor. Yasaklamakla ıstagramı, güçlü olduklarını sanıyorlar. Vatandaş bu süre içinde erişti ve kullandı da.
Siyasetin yasaklarla ördüğü bir dünya artık yok. Bunu anlamaları gerekir. Artık misfak kullanmak, sanayi ve teknolojinin ürettiği diş fırçaları yanında anılmaya değer bir özellik taşımıyor. Hele sülüklerin karın doyurma özelliğine göre yapılan hacamat dinsel bir aktiviteymiş gibi hayata geçirilmeye uğraşılıyor; bilim, sağlık teknolojileri ve farmakoloji bir kıyıya itilmekle gelişme ve değişmelerim önüne set çekilmeye çalışılıyor. Yani odun kaşıkla yiyeceksin, krom kaşığa geçmeyeceksin. Oysa pişirilmiş çamur çanaklardan ahşap taslara, bakır sahanlardan porselen ve cam tabaklara geçiş bir uygarlık gelişmesidir. Kılık kıyafeti saymıyorum. Haliyle koşullar, üretim biçimleri değiştikçe kültürler, yaşam tarzları ve toplumsal değerler de değişiyor. Öğrenmek gerek. İlkellikte direnmenin anlamı yok.
Gelenekselliğin ağır bastığı yörelerde, gogulla tanışan gençler, sevgiyi, saygıyı, aşkı ilk kez tadan kadınlar, erkekler evlere, köylere, kasabalara sığmıyorlar. Kısacık ömürlerinde duydukları, düşündükleri, öğrendikleri ve yaşamak istediklerini ailesi, annesi, babası, kardeşleri, amca, hala, dayı, teyze gibi yakınları, çoluğu çocuğu onlara veremiyor. Televizyon kanallarında en çok verilen haberlerden ve haber pırogramlarından biri de “evden kaçan çocuklar, eşlerini, çocuklarını, sanal da olsa, sevgi-aşk uğruna terk eden anne ve babalarladır.”
Ergenlikle birlikte hissedip yaşamak istedikleriyle toplumsal değerler arasında korkunç uçurumlar var. Önünde hep engeller, yasaklar ve yaşayamadıkları özgürlükleri var. Çocuk “özgürlüğü” evden kaçmakta buluyor. Önüne çıkacak çukurları, karşılaşacağı fırtınaları, tehlikeleri, bataklıkları, av gibi üstüne çullanıp çıkar sağlayacak avcıları hesap edemiyor. Yiyecekleri tehditleri, şantajları, dayakları, görecekleri şiddetleri, hatta ölümleri dahi düşünemiyor.
Evden kaçmayı, özgürlüğü, tüm tehlikeleri göğüslemeye değer buluyor.
İlkin rüyasında dahi göremeyeceği kadar sunulan güzel olanaklarla en kısa yoldan ele geçirilen kızlar madde ile fuhşa, erkekler de mafya gibi kirli ve pis işlere bulaştırılıyor, suç makinesi olarak toplumun içine itiliyorlar; ya da boğaz tokluğuna çalıştırılıyorlar.
İlk önce yaşamın tüm güzel nimetlerini tattırıyor, baba evinde hayalini dahi kuramadığı olanaklara kavuşuyor, ama sonları hüsran, acı, ya da ölümle bitiyor. Özgürlük yolu gözyaşından oluşan taşlarla döşeniyor. Sevgiyle, esenlikle kalınız…