II. Abdülhamit büyük ümitleri karşılayacağına söz vererek padişah oldu. Birinci Meşrutiyeti ilan etti; Kanuni Esasi’yi yürürlüğe koydu. Şark Meselesi yüzünden engel olamadığı Hıristiyan teba ve Ermenilerin bitmez tükenmez isteklerinin, Ruslar ve güçlü Avrupa ülkeleri tarafından desteklenmesi II. Abdülhamit’i zor durumda bıraktı. Ruslar mezhepsel ilişkilerden ötürü Bosna-Hersek, Romanya ve Bulgaristan’ı kendine çok yakın buluyor ve Osmanlı İmparatorluğuna karşı onları “korumak, haklarına sahip çıkmak” istiyordu.
Teba-yı Sadıka olarak görülen Ermenilerin Doğu Anadolu’da kabul edilecek nitelikte olmayan birtakım düşünceleri ve arzuları Abdülhamit’in elini kolunu bağlıyor; İngilizlerin dayatmasına boyun eğerek “özel vali” atanmasına kadar gidiyordu. Siyasette “dahi” olarak değerlendirilen Padişah, Çarlık Rusya’sı ve İngiliz’in politikalarını kabul etmekten öteye bir işe yaramıyordu.
Öteden beri süregelen “azınlık isyanları, birtakım hak ve özgürlük istemeleri, haklarının çiğnendiği” kanısının oluşması, Batılı devletlerin Osmanlı karşısında yer almasına ve Panistlavist Rusların açıktan açığa Romanya ve Bulgaristan’ın “hamisi” kesilmesine neden oluyordu. Aslında Rusların “yayılmacı ve değişmeyen sıcak denizlere inme politikalarının” gereği de buydu.
Savaşı önlemek için Batılı devletlerin başlattığı “Tersane Konferansında” alınan kararlar kabul edilmeyince, bir yıl sürecek olan Osmanlı-Rus, ya da 93 Harbi hem Balkanlarda, hem de Kafkasya’da başladı. Ufak tefek savunma başarıları Rus ordularını durdurmaya yetmedi. Çatalca’ya kadar inen Rusya ile Ayestefanos –Yeşilköy- Antlaşması imzalandı. Durumdan hoşnut olmayan, Rusya’nın Avrupa’daki gücünün artmasını ve yayılmasını istemeyen Batılı devletler Berlin’de konferans düzenleyerek Rusların katılımını sağladılar, alanını daraltmak istediler.
Ayestefanos’taki kayıpları, ne Berlin Antlaşması, ne de rüşvet olarak İngiltere’ye verilen Kıbrıs geri getirmediği gibi Abdülhamit’i de kurtarmamıştı: Bosna-Hersek imtiyazlı bir devlet olarak kuruldu. Romanya ve Sırbistan bağımsız, Bulgaristan özerk oldu. Bazı bölgeler Sırbistan’a bırakıldı. Yunan Kırallığı Teselya’yı aldı. Doğuda Batum, Kars, Ardahan Ruslara kaldı. Doğu Beyazıt ve Erzurum Berlin Antlaşmasıyla geri verildi.
II. Abdülhamit, savaşı İstanbul’dan yöneterek dehasını konuşturmak istedi, ama büyük bir bozgunla tarihinin en büyük toprak kaybına neden oldu. İktidarı döneminde Tunus’u, Mısır’ı saymazsak bir milyon altı yüz bin km kare(iki Türkiye kadar) toprak kaybetti. / “93 Harbinden sonra” Kanuni Esasiyi rafa kaldırdı, meclisi fesih etti, “mutlakıyet” yönetimini kurdu.
Tarih okunup ders alınmadığı, sorgulanmadığı takdirde, toplumlar için, hikayeler-masallar-efsaneler kitabı olmaktan öteye geçmez; içerisindeki doğrular, gerçekler de güme gider. Bu toplumda bir kesim insan, tarih deyince Osmanlı’yı ve Arap’ı anlıyor. “Türk” diye bir milletin adını kafası almıyor. Arap’ı, Osmanlı’yı sorgulamak, doğrularını, yanlışlarını, eksiklerini, iyi ve güzel yanlarını öğrenmek şöyle dursun, din gibi, “nas” gibi inanıyor, düşünce yürütmeye, yorum yapmaya dahi tahammül göstermiyorlar. İkinci bir kitabı, ikinci bir yazarı, ikinci, üçüncü ülkelerin tarihçilerini, yazarlarını okumuyor, Osmanlı ile ilgili ne düşündüklerini, ne yazdıklarını merak etmiyor ve dinledikleriyle mukayese etmek zahmetine girmiyorlar. Onlar için padişahlar “insanüstü, dinsel ve kutsal varlıklar” gibi nitelendiriliyorlar. Oysa onlar da insandır. Herhangi bir insandan hiçbir farkları yoktur. Hele II. Abdülhamit gibi ilk kez bira, rakı ve şampanya fabrikalarını kuran, fakat rom içmekten hoşlanan bir padişah ve İslam halifesi için kutsallıktan, ermişlikten söz etmek cehaletten başka bir şey değildir. Pek çoğuna garip gelecektir ama “halkın sağlığı için İstanbul’da ilk “kerh…yi” açtıran da odur. Bu denli “seküler” olan bir padişaha “evliyalık” yakıştırmalarını anlamak mümkün değil.
Mustafa Kemal Atatürk’e demediklerini bırakmıyorlar. “Batı Tırakya, Musul, Kerkük ve 12 Ada neden Misak-ı Millinin dışında kaldı? Bunlar Lozan’da verildi, bu yüzden Lozan bir hezimettir.” Atatürk’e yöneltilen bu savlar neden II. Abdülhamit’e sorulmaz? “İki Türkiye büyüklüğünde” toprak kaybetti. Kıbrıs’ı “al sana” diye İngiliz’e rüşvet verdi. “Neden almadı, neden Misak-ı Millinin dışında kaldı” dedikleri toprakları veren de II. Abdülhamit’ti. Neden ondan değil de Atatürk’ten soruyorlar bunun hesabını? (12 Ada 1913, UŞİ Antlaşmasıyla geçici olarak İtalyanlara bırakıldı; İkinci Dünya Savaşından sonra “tazminat” olarak Yunanlara verildi. Savaşa girmeyen İ. İnönü için de, “12 Ada’yı verdiler ama almadı” diyecekler. 12 Ada hangi sıfatla savaşa girmeyen Türkiye’ye verilecekti?)
Mondros’u, Sevr’i imzalayanları, Sevr’e “Orta Doğu Barış Antlaşması” diyenleri görmeyenler, Anadolu’yu paramparça ettirenlerden hesap sormayanlar, “Atatürk çok sigara içerdi, içkiyi elinden düşürmezdi” utanmazlığı, arlanmazlığıyla sözüm ona “aşağılamaya” çalışıyorlar. Bunun için “iki ayyaş” deme küçüklüğüne sığınıyorlar. Birini söndürüp diğerini yakan II. Abdülhamit’in adı sigara reklamlarında kullanılırdı; bunu bilmiyor, görmüyorlar; ağızlarına dahi almıyorlar. Ya açtığı içki fabrikaları, ker…ne, içtiği rom, konu bile edilmiyor. Bunları konuşmak tartışmak düzeysizliktir.
Tarihle yüzleşmek bilgiyle, akılla olur. Ders alınır, yanlışlara-çukurlara bir daha düşülmez; aynı hatalar-yanlışlar bir daha yaşanmaz. Tarihi bilen, II. Mahmut’un “tarikatlarla, cemaatlerle neler yaşadığını öğrenir. Atatürk’ün tekke, tarikat, zaviye ve cemaatleri neden kapattığını anlar ve onlara bir daha fırsat vermez. Ama ne gezer. Eski hamam, eski tas; yanlışlıklar aynı, hatalar aynı, inançlar aynı, sürüp giden düzen aynı... Kitap okuyan, araştıran yok!
İki Türkiye toprak kaybeden “Ulu Hakan”, Türkiye’yi kurtaran, devleti kuran “ayyaş”, öyle mi?
Sevgiyle, esenlikle kalınız…