Tarih boyunca gelişkin bütün medeniyetler, Su kenarlarında ve Güneşin bolca vurduğu coğrafyalarda kurulup gelişmişlerdir. Hatta öyle ki; bu özellikteki topraklara sahip olabilmek için asırlar içerisinde insanlık birbiri ile uğraşıp durmuş, büyük savaşlar yaşanmış, on binlerce insan hayatını kaybetmiş, önemli sıkıntılar birbirini izlemiştir. Denize, su kaynaklarına ve güneşe uzak alanlar için böyle bir yaşanmışlığın ve mücadelenin olmadığını hepimiz bilmekteyiz. Hatta bilinen bir gerçektir ki; Finlandiyalıların, bu günkü ülkelerinin yerini seçerken buna dikkat ederek şöyle düşünüp, uygulama yaptıkları söylenir; Öyle bir yerde devletimizi kuralım ki; kimsenin gözü olacak özelliği olmasın. Gerçekten de bu günkü; çoraklık ve kısmen de dağlık olan bir alanı seçerek, daha baştan üzerlerine gelecek tehditleri ortadan kaldırma aklını başarı ile kullanmışlardır.

Ancak; Akdeniz havzasının etrafı ve Anadolu toprakları bahsettiğimiz su kaynakları ve Güneş imkânına fazlası ile sahip olduğundan geçmişte onlarca savaşa sahne olmuş ve bunun sonucunda,  bir o kadar devlet de yıkılıp kurulmuştur. Bu mücadelelerin temelinde öncelikle su kaynaklarına ve güneş gören alanlara sahip olmak isteği vardır. Türklerin; Orta Asya’dan kopup Anadolu’yu sahiplenerek, Akdeniz kıyılarına kadar gelmelerinin de ana sebebi budur. Bu gün bile eğer ülkemiz başka ülkelerin hedefi olmaya devam ediyorsa bunun en büyük sebebi sahip olduğu stratejik konumu ve bahsettiğimiz imkânlarıdır.

Medeniyetler ne kadar ilerlerse ilerlesin, teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, insanoğlunun geleceği toprağa bağımlıdır. Toprağın ihsanına, ikramına muhtaçtır. Onun için kültürümüzde toprak ayni zamanda vatan olarak kutsaldır. Bizi beslediği, kucağında barındırdığı için vazgeçilmezdir. Nimetlerinden yararlanırken onu hor kullanmamalı, gelecek nesillerimizin de bu topraklarda haklarının olduğunu unutmadan, topraklarımıza evlatlarımız gibi sevgiyle ve büyük bir sorumlulukla hizmet ederek ondan yararlanmalıyız. Onu verimli işleyerek, gerektiği kadar sulayarak, üzerine tonlarca beton ağırlıkları yüklemeden, onu hayatımız ile bütünleştirmeliyiz. Hayattayken yapamadığımız gerçekle sonunda karşılaşacağız ve hepimiz toprağın bağrınca kaybolup gideceğiz. Bunu unutmamalıyız.

Deniz kenarında ya da su kenarlarında olmanın başkaca nimetleri de vardır. Mesela; güneşli havalarda vücudumuzun ihtiyacı olan güneş ışınlarını yeterince almak gibi. Dikkat edersek görürüz k; bizim insansımız güneş nimetinden yeterince yararlanmak gibi bir alışkanlığa sahip değil. Şehrin ortasında, sıcak havaların yoğunluğu içerisinde bile akledip iki adım ötedeki, adeta şehre yürüme mesafesindeki deniz kenarına, plaj alanlarına gidip güneşten yararlanmayı hiç önemsemez. Hatta bunu yapanlara “avare insan” gözü ile bakar. Ancak insanımız keşke, milyonlarca turistin ülkemizdeki güneşten ve sahillerden yararlanmak için milyarlarca masraf yapıp güneşlenmek için geldiklerini bilselerdi. Bu gelenler güneşi adeta  ilaç gibi kullanmaktadırlar. Biz ise bu imkânlarımızı sadece setretmekteyiz. Bu bir kültür meselesidir ancak, bu kadar da bilinçsizlik sağlığımız için tehdittir bilelim istiyoruz. Güneşi artık ilaç gibi kullanmak kültürümüzü geliştirelim, üşenmeyelim ve bunu çok önemseyelim. Güneş girmeyen eve doktor giriyordu ya, bilelim ki bizim en büyük doktorumuz güneştir ve muayene parası da hiçbir zaman almadan bize şifa sunmaktadır.

En azından bu yıl şehre bir adım mesafede ve her türlü imkâna sahip şehir plajına giderek, anamızdan doğduğumuz gibi duran beyazlığımızla biraz güneşlenelim. Çok faydasını göreceğinizi, bu imkândan her yıl Şubat ayından itibaren gereği kadar yararlanan bir kardeşiniz olarak söylemek istiyorum. Lütfen güneşe misafir olalım.