Yetmişli yıllardı. Süleyman Demirel iktidar, Ecevit, Türkeş, Erbakan muhalefet…
Ağırlığı ve anlamı olan öfkelerin, kızgınlıkların, kaprislerin tavan yaptığı, liderlerin birbirlerine hakaret etmediği, aşağılamadığı, kibirlilik yaparak küçümsemediği, ince zeka espirileriyle karşılık verildiği zamanlar. Fakat saygının asla elden bırakılmadığı, devletin tiye alınıp çürütülmediği, Anayasa’ya ve yasalara hasbelkader uyulduğu, Erbakan’ın o ince bilgiç sesiyle “ne mutlu Türk’üm diyene denilirse, ne mutlu Kürdüm diyene diyenlerin de” olacağını söylediği, Atatürk’ün ve ilkelerinin dillerden düşürülmediği, Mecliste yapılan yeminlerin bir tutarlılığı olduğu zamanlar…
Bir YSE vardı ve Türkiye’yi şantiyeye çevirmişti. YSE’nin açılımı, belki bilmeyenler olur düşüncesiyle yazıyorum; yol, su ve elektirik sözcüklerinin ilk harflerinden oluşan, siyasetin, adam kayırma ve korumanın fink attığı bir devlet kurumudur.
Türk halkı yokluklarla boğuşuyor. Çağdaş uygarlık düzeyine erişilecek ve geçilecek. Amaç bu, ama yol yok, elektirik yok, okul yok. Yol olmadan, su olmadan, hele eğitim olmadan nasıl uygar olunacak ve nasıl uygarlık düzeyine çıkılıp geçilecekti? Adamı olan, adamını bulan, parası olan işini aşırıyor, köyüne yol da getiriyor, elektik de, su da getiriyordu. Kimisi Ankara’dan, kimisi Bölge’den, kimisi de bizim gibi YSE Müdürlüğünden, kavga, dövüş halletmeye çalışıyordu.
Şu kesindi: Adamı ve parası olan her devirde işini yürütüyordu.
Bunun dinle, imanla, ahlakla, dürüstlükle alakası yoktu.
Bir siyasi, bir etkili-yetkili bürokrat bulan kişi-muhtar işini görüyordu.
Pek çok köy-hemen hemen Türkiye’nin tüm köyleri çağdaş nimetlerin mahrumiyetini yaşıyordu. Bizim köy de onlardan biriydi. Mahrumiyet, ilkellikti, gerilikti, gelişmemişlikti. Temizlik eksikti, okur-yazarlık çok yetersizdi, halk karanlıkta yaşıyordu.
Muhtar arkadaşımızdı. Bir Ağabey’le bana, “YSE’ye gideceğiz.” dedi. “Boru isteyeceğiz, çimento, usta isteyeceğiz. Dozer, gıreyder, kamyon isteyeceğiz. Elektirik isteyeceğiz. Almadan geri dönmek yok. Kapıdan kovsalar, pencereden gireceğiz. Darılmak, küsmek, kızıp terk etmek, yılmak yok. Ağlayan uşağa meme var. Onları beklersek, daha yılların geçmesi gerekecek. Sabrımız kalmadı. Kaç seçimdir aldatıp kandırıyorlar bizi. Kaç seçim daha geçecek aradan? Hazırlıklı olun, istediklerimizi almadan geri dönmek yok.” dedi.
Gittik. Müdür, bizim köylerle ilgilenen şefe yönlendirdi bizi. İşlerin yoğunluğundan olsa gerek iki masa-iki şef vardı orada. İkisi de kağıtlara gömülü vaziyette, alınları kırış kırış, çayları soğumuş, iş yapamaz halde uğraşıyorlardı. Yüzümüze bakmıyorlardı. O denli yorgun görünüyorlardı ki, kafalarını bile kaldırıp açık kapıya gelenlere bakmıyorlardı bile. Kapıyı tıklatarak bekledik. Daha güleç gibi olan “Ne istemiştiniz?” diye sordu.
Muhtar kendini tanıttı, ağabeyle beni de “azalarım” diye söyledi. Niçin geldiğimizi, sorunlarımızı, hele yazları “suya çok ihtiyacımız olduğunu” tek tek sıraladı. “Sahil köyü olmamıza rağmen, yokluklar içerisinde bulunduğumuzu, okulun bakımsız, yollarımızın büyük bir kısmının kazma kürekle yapıldığı için iki araba geçişlerinin olanaksız olduğunu, rampa indirimi, genişletme, gerekirse güzergah değişimi yapılabileceğini yineledim. Ağabeyimiz de, “hala cam ışığı, lüks ve idare lambası kullandığımızı, çağın çok gerisinde kaldığımızı” söyledi. “Gaz kokusundan evlere girilmiyor.” diye de ekledi.
Esmer yollu şef, çekmecesinden bir kağıt çıkardı. Bir kağıda baktı, bir bize baktı, bir kağıda, bir bize, derken gülümsedi: “İyi, hoş diyorsunuz da, sizin köye hiçbir parti hizmet götürmez. Ne bu, hemen hemen her partinin aldığı oy birbirine eşit. Bari bir partiye yüksek oy verseydiniz, ondan istemeye yüzünüz olurdu.”
Ağabeyimiz, “şefim” dedi; “biz utanılacak bir iş yapmadık, yapmayız da. Cumhuriyet kurulalı elli yıl oldu. Bu hükümetler, bu partiler bu zamana kadar yapmadıysalar, onlar utansın. Hep yalan, dolan, aldatılmayla, kandırılmayla buraya geldik. Hep “oy verirseniz yaparız’ dediler, çok da oy verdik, ama yapmadılar. Şimdi biz de diyoruz ki, YAPARSANIZ OY ALIRSINIZ. Kimin malını, kimin parasını kimden esirgiyorlar. Yapacakları, verecekleri hizmet BABALARININ PARASIYLA MI, YOKSA KENDİ CEPLERİNDEN HRCAMAYLA MI OLACAK?” Biz har vurup harman savurmuyoruz. İhtiyaçlarımız karşılansın istiyoruz.”
“Muhtar, almadan bir yere gitmeyeceğiz. Burası bizim için var. Burası benim kapım, burası devlet kapısı, kovsanız da buradayız, gitmeyeceğiz.”
Galiba etkilemiştik şefleri. Güleç yüzlü şef masasından kalktı, bir yere gitti, bekledik; esmer olan bize bilgi vermedi. Ayakta durduk, “oturun-bekleyin” de demedi. On beş dakika sonra geldi. “Yarın sabah erkenden gelin, köye gideceğiz, su kaynakları ve suyolu üzerine proje hazırlayacağız. Kümelenen evleri tespit edeceğiz. Önce suyu bir çözelim, sonra ötekilere bakarsınız.”
Devlet güneştir. Herkese eşit olarak vurmak zorundadır. / Gaz gelirse oy alırlar; vermezlerse oy da yok! Dün olduğu gibi bugün de HİZMET GETİRMEDEN OY İSTİYORLAR. Hangi yüzle! “Oy verirseniz, hizmet alırsınız” diyorlar, kimin parasını kimden esirgiyorlar?
Sevgiyle esenlikle kalınız…