Atalarımız “bugünün işini yarına bırakma” derken, büyük bir öngörü ve deneyimi de bizlere kalıt -miras- olarak bırakmışlardır. Her işin, bir disiplini, kuralı-ilkesi ve işleyişi olmalı. Bu özlü sözden sadece iş planı, iş disiplini ve uygulama özenini anlamak, konuyu eksik kavradığımızı ya da pek kavramadığımızı gösterir. Belki günümüzde “zamanın” çok daha değer kazanmış olmasından yola çıkmak daha güncel kavrayış olacaktır. Hem özlü sözü/sözleri anlamak, yaşamı kotarmak, yaşamı daha anlamlı kılmak ve ertelememek, kimi şeyleri de ıskalamamak için bir zorunluluk. 

Çoğunlukla “disiplin” kavramını, birilerinin, bir kurumun, bir sistemin ya da kendimizin bize uyguladığı bir “baskı” diye algılarız. Bundan ötürü bir karşı çıkış/refleks geliştiririz. Dahası olgun ve yetişkin insan olduğumuz gerekçesiyle, biraz da kompleksiyle “disiplin” dışı davranışı bir “özgürlük” olarak genişletiriz de. Bu anlayış giderek yaygınlaşırsa gününde ya da anında yapılabilecek/yapılması gereken işler, çalışmalar, üretkenlikler, güzellikler ertelenir, ucu açık zamana bırakılır. Yeni gün ve gündemle birlikte yoğunluk artınca sonraya bırakılanlar büyük bir yığına dönüşür, yapılamaz/başarılamaz duruma düşülür. Ayrıca günümüzde çok hızlı ve değişen/gelişen dünyada “erteleme”, bir yitik/kayıp olarak bize dönmekte; “keşke” ve “eyvahlarla” yüzümüzü tokatlamakta çoğu zaman!

Yaşamın bütünü ve çok yönlülüğü dikkate alındığında çok şey ıskaladığımız/kaçırdığımız dilimizden pek düşmez. Kimilerinin “çok güzel yaşadım, hiçbir şey de kaçırmadım” sözü bana biraz “laf-ı güzaf” -boş söz- gelir. Değil mi ki düne göre bugün daha iyiyi, güzeli bulma yönünde beceriler kazanmışız. Deneyim ve birikimimizle dağarcığımızı varsıllaştırıp “insanlık” için, doğal olarak kendimiz için de epey yol almışız.

Bugünkü aklımızla geçmişi biçimleme, yaşama şansı ve olanağı olamayacağından bir “içerleniş”, bir “keşke” ve hayıflanma doğal karşılanmalı. Sözünü ettiğim, bu doğal sürece takılmadan “yaşanılan günü en iyi kılma” çabasının neresinde olduğumuza ilişkin konumumuz/duruşumuzdur. Bu bakış, yaklaşım, konum, koşul, olanak dahilinde artık erteleme lüksümüzün/özgürlüğümüzün/hakkımızın olmadığı yönündeki bir davranış ve eylemlilikle bizi karşı karşıya bırakır/bırakmalı diye düşünüyorum. Sözünü ettiğim “davranış ve eylemliliği” biraz somutlaştırarak açmak, yanlış anlamaları da önleyecektir.  -Toplum öylesine manipüle ediliyor ki çok net anlatımları dahi açmak/açıklamak kimi zaman zorunlu oluyor! -    

En kolayından “gezmek”, “eğlenmek”,dost meclislerine daha sık katılmak”, duygu ve düşüncelerini “yazmak”-“çizmek”- paylaşmak, tiyatroya-sinemaya gitmek, sergileri gezmek, dağlara-ovalara gitmek, yürümek, yüzmek gibi çoğaltılabilecek etkinlikler içinde olmak. Bütün bunların yanında sosyal ve toplumsal eksikleri görebilen bir bakışla yaşadığı yurda ve insanlığa katkı da etken ve yönlendirici duruşuyla örnek olmak, sözünü ettiğim eylemliliğin ve sorumluluğun ta kendisi.

Bu gibi alanlarda dünden kalan eksiklikler, görece olmakla birlikte birçokları için vardır. Biraz birbirimize öneri/telkin derken yeni ıskalamaların önüne geçmek de denilebilir, başkalarına gönderme de sayılabilir; kimse de alınmasın kızmasın hani! 

Öyle değil mi çok güzel bir pası kaçırmak, gole çevirememek futbolda? Öyle değil mi yine ilkyaz aşkını ıskalamak, bir güzelliğe karşılık verememek; başka öncelikleri yeğlemek, çok bilinçli olmasa da? İlk gençlik kıpırdanışını/sevdasını aşkını çok “idealist” duygu ve düşüncelerden, ilkelerden ötürü pek yaşayamayan şimdi hayıflanmaz mı sanıyorsunuz? Herkesin çocukluk ve gençlik düşünün/ütopyasının, - arkadaşlık, dostluk, kardeşlik, sırdaşlık, yoldaşlık ve “sevdaluk” dahil - doyasıya yaşandığını mı düşünüyorsunuz? Yetişkinlik sürecinde de birçok “kaçırılmış tren” örneğini duymazdan gelebilir miyiz? Çokça ötelenen, baskılanan, gizlenen duygu ve düşüncelerle birlikte gerçekleştirilmesi olası üretkenliğin/yaratıcılığın, yaşanırlığın hep ertelene geldiğini görmeyecek, bilmeyecek miyiz?

Bunların tümü, çocukluk, gençlik, yetişkinlik dahil yaşamın yitik evreleri değil mi? Özellikle 70’li kuşağın “zorunlu” ertelediği/sınırlandırdığı ya da sınırlanan yaşam kesiti/dönemi 12 Eylül’le bütünleşince kocaman bir “yitik zaman” olarak bugünlere uzandığını neden dillendirip haykırmayalım? Bu bizim eksikliğimiz ya da ayıpsa bizim ayıbımız mıydı? 

Bu sorulardan amaç ilgili döneme takılıp kalmak, yakınmak ve birilerini “günah keçisi” ilan ederek kendini aklamak çabası değildir! Kuşkusuz suçlu aranmıyor; ayrıca bellidir de! Ancak kişi bir yanıyla yaşadığı dönemin ürünüdür de, son 20-25 yılda toplumsal olarak görüldüğü gibi. “Keşkeler” bu bağlamda değerlendirilmeli. Soyut dileklerden öteye geçip yaşanan güne/yarına/geleceğe bir bakış sunmak yaşanmışlığın gereği ve sorumluluğudur da. Sözün uçuculuğundan yazının kalıcılığına ve somut adımın üretkenliğinden yaşamı örmesinden söz ediyorum aslında. 

Değerlendirme okura kalsın ama bu yazıyı yazma amacım bir gencin, bir yetişkinin ve yüreği ısrarla/inatla “insan” için atan yaşlının erteleyeceği bir zamanının olmadığı/olmaması gerektiği yönündeki anlayışım. Bu çaba ve devinim/üretkenlik kişisel olduğu denli toplumsal silkinişin de önemli bir halkasını oluşturabilecektir. Ayrıca işi oluruna bırakma tembelliğinin, duyarsızlığının aşılmasına, söz cambazlığı yarışına ve kısır polemiklere son verilerek “uygar toplum olma” ütopyasının yeniden yaşam bulup hız kazanmasına da katkı verecektir diye umuyorum.

Yarınlar Güzel Olacak