Bu aralar Arşivdeki Trabzon’u okuyorum. Not alarak ve altını çizerek okuyorum. Yakın tarihe ışık tutan kitapla birlikte okumayı seven Trabzon sevdalılarının geçmişle ilgili güzel şeyler bulacağı, okurken ayrı bir zevk alacaklarını umuyorum. Şahsen ben zevkle okuyarak geçmişi özel bu kadim şehirle ilgili önemli bilgiler edindim. Tanıma fırsatını bulduğum bu şehri biraz daha faza sevdiğimi itiraf edeyeyim. Kitabın takdim bölümünde Karadeniz Teknik Üniversitesi Karadeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Sayın Prof. Dr. İsmail Köse hocamın “beşeriyet ölümlüdür, ölümsüz olan yazıya aktarılıp kaydedilen olgular, geleceğe bırakılan eserleridir” diye önemli bir not düşmüş. Bu not eseri anlatmaya yetmiş.

Başta bizden önceki kuşak olmak üzere, içerisine bizim gibi 80’ler ve 90’ları yaşayanları da eklersek, geçmişe dair bir özlemin varlığını yadsıyamayız. Eski bayramların olmayışını, eski komşuluğu özlediğimizi, eski maçlardaki hava yok, eski şarkıların daha anlamlı oluşunu hatta içtiğimiz suyun, yediğimiz ekmeğin tadının tuzunun eskiden çok daha güzel olduğunu konuşur da dururuz. Rahmetli Erkan Ocaklı’nın şarkısının sözlerinde saydığı ne Arafilboy,  ne Foroz’u, ne Ganita’sı ve ne de Taksim aynı Taksim. 

Değişimin fiziki etkilerini hepimiz yaşıyoruz zaten. Günlük rutinde karşılaşıyoruz. Eskisi gibi bahçeli evler yok, mahallelerde incir, erik, narenciye, dut ağaçları kalmadı, sokakta oynayan çocuk yok artık, yediğimiz her şey çeşitlendi, her mevsim istediğimiz meyve ve sebzeye ulaşabiliyoruz ancak aynı tadı alamıyoruz, sokak arası mahalle maçları yok, eskisi gibi Yavuz Selim Sahasında kıran kırana amatör maçlar yok, Hüseyin Avni Aker Stadının adı bile yok.

İletişim, medya, sosyal hayat, kültürel yozlaşma ve bozulma, ister istemez ruhumuzu da zedelemeye başladı. İnsanın dış dünya ile ilişkisi, bulunduğu "doğası" bütün ruhsal dengesini etkiler. O yüzden değil midir tatil ihtiyacımız? Başka yerleri görme hissimiz? Ormana, denize, köye, toprağa kaçışımız...

İnsan doğayı, doğalı ve fıtrata uygun olan istiyor.

Doğadan, fıtrattan uzaklaşınca çürüme de başlamış oluyor.Artık sevgi anlayışımız da değişti, dostluk ilişkilerimiz de. Okuma tercihlerimiz, komşuluk anlayışımız... Ruha hitap eden şeylerden uzak kalmak, bizleri başkalaşmaya ve çürümeye sevk etti.

Peki bu çürümeye yüz tutma hali, daha iyisi için ileriye mi taşıyacak yoksa çürümenin yavaşlığı ve yaşamın her hücresine sirayeti ile alışılagelmiş bir hal mi alacak?

Bu durumdan çıkış yolunu kim bulacak?

Bugün eskiye nazaran algımızı değiştiren olaylar bütünü, daha düne kadar ağzımız açık, şaşkınlıkla karşıladığımız durumlar bir sosyal medya paylaşımı, bir şarkı sözünün, bir gazete sayfasının hepimizi etkilediği, eleştirdiği bir andan, normalleşmeye geçişin ve sıradanlaşmanın miladı neydi acaba?

Özlemini duyduğumuz hayatın, "var olmanın", hayata katkı sunmanın ve yaşadığını hissetmenin verdiği hazzı bulamayanlar olarak, çürümenin o kesif kokusunu hissetmeye başladık. Ancak kokuya öyle alıştık ki, günün sonunda şu meşhur kış aylarında Moloz’da balık hane öngünündeki hamsi kokusu gibi. Yapmamız gereken ne, öneri nedir, bu çürüme halinden nasıl uzaklaşırız ya da uzaklaşmamız gerekir mi, bilemiyorum. Belki de doğanın akışkanlığına ayak uydurup, "insanın hasleti buymuş" diyecek ve yaşamaya güvenlikli sitelerimizde, çocuksuz sokaklarımızda, doğal olmayan parklarımızda devam edeceğiz...

En güzel ağaçların, en koyu yeşilin, en hırçın deniz dalgasının bu şehirde doğa, tarih, yaşam kültür ve şehrin küçük arşivi ufkumuzu açtı, geçmişi yad etti, geleceğe ışık tuttu. Ayasofya, Cephanelik, Kızlar Manastırı, İskender Paşa, Gülbahar Hatun, Cudi Bey ve Erdoğdu’nun büyük bir mahalleyken ikiye ve daha sonra üçe bölünmesi…

Teşekkürler Ortahisar Belediyesi, teşekkürler Ahmet Başkan, eline sağlık ömrüne bereket sayın Fatih Erol.

Sevgi, saygıyla...