Çok kullanılan bir söz; “Türkiye’de halk çok politize olmuş”. Ya da “insanlar işini gücünü bırakmış hep siyasetle uğraşıyor”. Avrupa böyle değil diye örnek gösterilir. Gerçek anlamda mı kullanılır, yoksa her “gevezelik” eden siyasilere mi öykünülür de söylenir, tam anlayamadım! Keşke diyesim geliyor; bütün toplum siyasal bilinçle dolu olsa ve yönlendirmeye karşı durabilse. Tercihlerini de kendine/sınıfsal çıkarlarına uygun eyleme, oya dönüştürebilse.
         Konunun, toplumsal yapının tanımından geçtiğini bilmeyenlerin sözü, nitelendirmesi galiba. Sosyoloji diye bir bilimin varlığı ve toplumlar tarihi diye süregelen bir sınıflar savaşımının gerçekliğini göremeyenlerin/görmeyenlerin bir savı, bu söylenenler. Siyasetin yaşamın ta kendisi olduğunu anlamak istemeyenlerin… Yine siyasetin insan-yurt-dünya-çevre-canlı ve bütünüyle yaşama müdahale süreci olduğunu yok sayanların… Bunların yanında siyasetin profesyonel bir iş olduğu, halkın ve değişik kamu çalışanı/işçi-memur işi olmadığını sanan ve bunu özellikle yayan “tuzu kuruların” anlayışı…
       Siyasal savaşımı, siyasal atışmaya, hamaset ve “gevezeliğe” çevirip kitlesine “amigoluk” yapan sözcüler bolluğundan bakılırsa, tabana doğru yayılan bir fanatizmden/holiganlıktan söz edilebilir. Bunun da siyasal bir çalışma ya da siyasal bir savaşım olduğu savı öne sürülebilir. Önemli olan kitlelerin ve öncü konumdaki kişi ve kurumların bu düzeysizliği yeğlemeyip akılcı/bilimsel ve sosyal gereksinimlerden hareket ederek toplumsal ülkü ve amaçlara uygun söylem ve eylem içerisinde olmaları değil mi? Ancak “siyaset tüccarı” tanımına uygun kimliklerin siyaset dünyasındaki varlığı ve aşırı etkisi dahası egemenliği ülkemiz için asıl sorun durumunda. Bu gücün önderlik ettiği, ördüğü örgütlenme de doğal olarak ikbale dayalı, çıkar ve nemalanmaya dayalı bir hiyerarşik yapı olacaktır. Adı siyasal parti ya da “sivil toplum örgütü” olsa bile!
        Bu eğilimlerden uzak olması gereken bireylerden ve “sol”, “sosyalist” dernek, kitle örgütü ve partilerden, örgütlenmelerden yana asıl sözümüz. Önceki yazılarımda çoklukla dile getirmeye çalıştığım “bizim mahalle” sorunsalı aslında. Sistemin dayattığı “politik söylem/davranış”, “halk avcılığı” yerine, açık-net ve ilkesel söylem ve davranışla toplumla buluşma. Böylesi siyasi/ideolojik temelde olunmadığı/olunamadığı sürece geleneksel sistem siyasetinin bir parçası kaçınılmazdır. Önderlik ve kadroların, halkın gerçek anlamda içselleştirerek politize olmalarına önayak olmak parti ve örgütlerin, yakındığımız sistemle cebelleşebilmesinin de önkoşulu görülmeli.
         Aslında hiç de politize olmadığımızın bir görüntüsü var orta yerde. Değerlendirmeden uzak, eksik/yanlış -biraz da yalan-, olumlu-olumsuz yanları göremeyen/görmeyen takım taraftarlığı gibi; fanatiklik. Evet siyasal fanatizmin giderek egemen olduğu, yeni bir “siyasal kültür” ve “siyaset etiği” dayatması denilebilecek bozulmanın/çürümenin yeni görüntüsü. Değişim-dönüşüm aldatmacasıyla büyük oranda “Sol” a   da bulaşmış bir hastalık. Kimileri “kerhen”, “zül” duyarak ve “seçeneksizlikten dolayı” bu yapılarda yer aldığını söylese de bana çok gerçekçi gelmemekte bu tutum. Ya da kötünün iyisine razı gelmek, yeni havuzlara sığınmak benim anladığım; denize ulaşmak yerine.  Buna karşı çıkıp benimsemeyenlerin ötekileştirildiği, “öcüleştirildiği” “siyasal linçe” uğradığı, bir cadı kazanı; altında büyük ateşlerin yandığı! Biraz da “ya bizdensin ya ondan” sığlığının kıskacı, siyaset diye topluma boca edilen. Okumuş-bilmişine de akademiye de aydınına da entelektüele de dayatılan; yazar-çizer, basını da dahil! Bu durum birçok beyin emekçisinin yüreklerini alıp kendi dar yaşam alanlarına çekilmelerine ya da yönelmelerine -biraz da küsmelerine ve yılgınlığa düşmelerine- yol açmakta.
           “Bizim zamanımızda”, “benim dönemimde”, “biz gençken” vb. övünmeleri ve yakınmalar tekerlemesiyle “veryansın” edip deneyim ve birikimlerini, kalan enerjilerini tatile gönderen kimi “eski tüfekler” yanlış örnek olmalarının da ötesinde olumsuzluk pompalayarak toplumsal direnci ve önderlik kurum ve yeteneğini baltalamaktalar! Yakın oldukları dahası dahil/üye oldukları siyasal önderlikleri yerin dibine batırıp, yıkıcılığın değirmenine su taşıyan bu “kendinden menkul” yapı, “elmanın kurdu” olmaktan öteye bir role/göreve giriştiklerini ne zaman anlayacaklardır?
         Tek tek kişileri ve çevreleri sorgulama hakkımın olmadığını bilerek toplumsal bir evrilmeden söz ediyorum. Giderek egemen siyasal etik ve kültürel çembere/alana ve ilişkiler sarmalına düşen/düşürülen; ayrımına varıp ya da varamadan bir kabulleniş belki! Kolay “çareleri” yeğleyip, “meşakkatli” (güç-zor-sıkıntılı) yola girmeyen, dudak büken… “Çaresizlikten” diyenlere de Rıfat Ilgaz’ın;
      “Elim birine değsin / Isıtayım üşüdüyse /Boşa gitmesin son sıcaklığım” dizelerini anımsatmak gerek!
  Ve de;
     Kirvem hallarımı aynı böyle yaz/ Rivayet sanılır belki / Gül memeler değil / Domdom    kurşunu / Paramparça ağzımdaki….  diyen Ahmet Arif’i.
                                                                               -Yarınlar Güzel Olacak-