Çocukça sevgi ne masumdur. Hiçbir çekince tanımaz, ne denli temiz, doğal, içten. Büyüdükçe ne oluyorsa kalmıyor/kalamıyor bu güzellik. Kişi ile ilgili yanı pek az, sorun sosyolojik sanırım. Sevgi’nin türev değiştirdiği bir dönem. Biçimselliğin öne çıkarıldığı, gösteri boyutuyla daha çok ilgilenilen… Öz’den uzaklaşma, ticari olmasa da bir “meta”’ya evrilen, çıkarlarla ilişkilendirilen… Karşılıksız da olabilme/yaşanabilme hali vardı ya; şimdi pek kalmayan, sevgi ’den, saygı’ dan, aşk’ tan… söz ediyorum.
Sevgi ve Saygı’nın, Aşk’ın birinci ve gerçek anlamı tartışılır oldu. Daha önce “karın doyurmazlığı” tartışılırken artık ne olup-olmadığına ilişkin, yaşama uyarlanışına ilişkin bir başkalaşım yaygınlaştı. Çoğaldıkça, samimi/doğal ve “su katılmamış” “sevgi, saygı, aşk…” küçümsenmeye, yadırganmaya başlandı. Bir yapaylık -ki bana göre toplumsal bir hastalık- sardı, siyasal, kültürel, sanatsal ve sosyal ilişkileri. Öykünmeci bir dil, bunu bütünleyen bir vücut dili/tavrı, sevginin bütün alt ve yan başlıklarına ilişkin söz ve davranışlar, sığlaştı; gösteriye dönen, bir yapaylık ve albeni yarışı “sevgi”- “saygı”- “aşk” … sayılır oldu! Sosyal yaşamın yanı sıra özel yaşamı da etkileyen bu biçimsellik, dayanışma, güç birliği, direngenlik ve yaşamın çok yönlü zorluklarıyla baş etme gücüne de etki ederek toplumsal bozulmaya hız kazandırdı.
Birdenbire, akşamdan sabaha olmuyor dönüşümler. Bu bir süreç. Bu sürecin eğitim-kültür boyutu çok belirleyici elbet. Yönetim anlayışının süreci biçimlemesi daha da önemli. Toplumcu, halkçı, aydınlanmacı, bilimsel, laik, demokratik bir eğitim/kültür süreci ve yaşamı olmayınca kişiler ve toplumsal kesimler adım adım dönüşürler. Popüler “kültür” ve “değerler” ile de ayrıca bezenen toplum, o canım yüce değerlere, o insancıl davranışlara yabancılaşır. O güzel değerlerin duygu dünyasına da -sevgi, saygı, aşk…- yabancılaşır. Giderek karşıtlığı, düşmanlığı besler, büyütür. İşte tehlikenin büyüğü! Çözülmenin eşiği!
(………..)
Çözüm arayışlarını yetkili ve etkililere ve başka yazılara bırakarak, çok sevgili bir dost ve yazar arkadaşımın bir kitabından söz etmek isterim. Daha doğrusu kitabındaki bir öyküden. Konumuzla çok ilgili. Belki bir öğretmen oluşumdan, belki de öğrencilerimden/gençlerden uzak kalışımdan olacak gözlerim buğulandı/ıslandı, öyküyü okurken. Sevgili Dilber Saka’nın eline, emeğine ve kocaman yüreğine sağlık… Eğitim sürecinin iki öznesinin duygu-düşünce-davranış dünyasının filmini/tiyatrosunu izlettin bana kısa bir öyküde... “Dinle Beni” kitabındaki “Sizin Hiç Öğretmeniniz Öldü Mü?” öyküsünden söz ediyorum. Biraz sonra alıntılayacağım satırları ve öyküyü iki kez okumuştum, bir kez daha okudum; aynı “insanca” ve özlenen duygu yoğunluğuyla…
Sevinci paylaşırken duygu örtüşmesi ve buna uygun davranış ne yüce! Üzüntü, acı ve yas için de aynı değil mi duygu durumu/hali. Biçimsel ve “görüntü verme derdi” olmadan, çok içten/samimi; sarılarak, güç vererek, öperek… Zoraki el uzatarak değil, duyumsayarak, “gösteri” den sakınarak, “insanca” …
Hemen taziyelerde/cenazelerde en önde yer alanlar… “Büyük üzüntülerini” görüntü ve demeç verme çabasıyla pekiştiren ağırlıklı siyasiler ve yöneticiler… Bayramlarda, törenlerde çocukları/gençleri ve halkımızı en çok sevmeyi kimselere bırakmayanlar! Sevgiye biçim vermeyi, ona sınır koymayı, alan belirlemeyi bırakın! Sevginin yalınlığına, çıplaklığına karışmayın, yaşasın çocuklar/gençler doyasıya. Çocuğun öğretmenini sevmesi, çok masum öpücüğü anlayana ne büyük mutluluk; epeydir unutulan ne yazık ki şimdi birilerince yadırganan! Ya da öğretmenin öğrencisini kutlaması, yanaklarından/alnından öpmesi, sevgisini göstermesi; yine unutulan/unutturulan, yadırgamanın ötesinde “suç” sayılan!
(………)
“Sizin hiç öğretmeniniz öldü mü? Benim öldü. Hem de iki kez. Hiç konuşamadım, ağlayamadım da… Ece’nin öğretmeni ölürse ağlamam. Ece ağlasın kendi öğretmenine. Ben, adı Nedim, adı Fehmi, adı Işık, adı Sevgi, adı Umut ve adı güzellik olan öğretmene ağlarım. Benim öğretmenim: “Bir güzelliğin ardından ağlanmaz, aksine o yaşatılarak çoğaltılır çocuklarım derdi”.
Benim öğretmenim, Ece’nin öğretmeni gibi değildi. Sevgiden bir deniz o… Dalgalanır dururdu, boyna. Ece’nin öğretmeni gibi sevgisiz bakmadı bana. Öyle donuk, öyle uzak, öyle suskun bir kent taşımazdı bakışlarında. Benim öğretmenim varsıl bir kentin yoksul mahallelerinde çalışan, bir ekmek işçisiydi. Alnından ter, yüreğinden güzellik, sevgi, umut, gelecek damlardı yoğurduğu hamura… Benim öğretmenim…”
Adı Onur, adı Barış olan öğretmenim öldü bugün. Gözleri iki dal çiçek, seriliyor dünyanın üstüne. Ve çoğalıyor çiçekler kadar, çocuklar kadar, maviler kadar. Seni çoğaltan yeşilleri seviyorum. Seni çoğaltan mavilerce, özlüyorum öğretmenim. Yüreğin bir çift serçe, uçuşuyor mavide. Sevincimi ve hüznümü dengeleyemiyorum. Kaldırıp başımı gökyüzüne;
“Sizin hiç böyle bir öğretmeniniz oldu mu?” diye soruyorum…”
Yukarıdaki satırları ve insan yüreğini “hoplatan” bu tür benzer yaşanmışlıkları dinlerken, okurken ve yazarken yüreği burkulan, gözleri nemlenen ve adeta sevgi pınarında yüzmeyi özleyen öğretmenlere, onları anlayan ışıl ışıl gözlere/güzel çocuklara, gençlere bin selam ve sevgiler…
27 Ağustos 2024
Trabzon
-Yarınlar Güzel Olacak-