İki hafta önce siyasetin “en üstün sanat” olduğundan söz etmiştim. Önceki yazılarımda da devlet yönetiminde “oturulan koltukların ve masaların” insanın kalitesi, niteliği, özelliği ve kumaşıyla anlamlanıp çok daha fazla değer kazanacağının” altını çize çize anlatmaya çalışmıştım, liyakat olmayınca daha kim bilir ne kadar anlatacağım bu konuları?
İnsana değer vermek, saymak, sevmek; insanın özeline ve kutsalına dokunmamayı, uluorta konuşmamayı gerektirir. İnsan utanmayı, sıkılmayı bilmeli, toplumsal hassasiyetleri göz önünde bulundurmalıdır. Hani dillerden düşürülmeyen gelenek, görenek, ahlak, yerli ve milli olmak halleri, diline, kültürüne sahip çıkmaktır; gelişmesine, ilerlemesine, zenginleşmesine katkı sağlamaktır. İnsana değer vermeyen, insanın özeline ve kutsalına saygı duymayan, insan sevgisinden söz etme hakkına sahip olabilir mi?
İnsanın yüzü, toplumun kınadığı, ayıpladığı, hatta yasakladığı kimi sözleri söylerken utanmalı, sıkılmalı, kızarmalıdır. Hatta böyle yanlışlıklar yapıldığında o insanların başından dumanlar çıkmalıdır. Ayıplanmalı, kınanmalı, suçlanmalı, hatta dışlanmalıdır. Ama gelin görün ki, toplum küfre, hakarete, suçlama ve aşağılamalara alıştırıldı. Kınamak, ayıplamak şöyle dursun, “erkek, delikanlı” gibi sıfatlarla över duruma getirildi.
Bu ülkede, bir siyasetçi, birilerine “ahmak” dediği için “iki yıl yedi ay” mahkumiyet aldı. Ne hikmetse “geri zekalı, haysiyet fukarası, sefil, zavallı, gafil, eşkıya, çürük, çukur, sürtük, haysiyetsiz, onursuz, siyasi eşkıya, terörist, sanatçı müsveddesi, edep fukarası, haysiyet celladı, ahlaksız, kan emici, ananı da al git, giderlerse gitsinler, böyle sanatın içine tüküreyim…” sözleri takibata bile alınmadı, üstelik takdir gördü. Bırakın büyüklerin bu sözleri birbirlerine söylemelerini, çocuklar söylediğinde, annelerince “ağzınıza biber sürülerek” cezalandırıldıkları da oldu. Anneler ne kadar değiştiler ki, “çocuklarına kötü örnek olan bu siyasetçilere” ağızlarını açıp en küçük bir serzenişte dahi bulunmadılar. Bu küfürleri yapanlara en oyu verenler yine kadınlar oldu. Ensemizde boza pişirmesini sağladılar.
İçişleri Bakanı terörü, PKK’yı, Hizbullah’ı, IŞİD’i, karalamak için broşür yayımlayanları bırakıp İstanbul Sözleşmesi’ni “erkek erkeğe, kadın kadına” evlenmek biçiminde, histeri nöbetine tutulmuş bir iştiha ile “kabul eder misiniz” diye halka soruyor. Adi suçlar, hırsızlıklar, tırafik kazaları, yangınlar, fahiş fiyat terörü, uygulanmayan mahkeme kararları, açılmayan üniversiteler, yolgeçen hanına çevrilen sınır kapıları ve sığınmacılar neden gündemlerine girmiyor? Neden terörün göbeğinde yer alan partinin adayları listelerinden seçime giriyor?
Sanki Türk Lirası dolar ve avro karşısında rekor üstüne rekor kırıyor. Gayri safi milli hasılası üç tirilyon doların üzerine çıktı; kişi yıllık geliri kırk bin doları aştı. İşsizlik yok, Türkiye dışarıdan sığınmacı değil, işçi istiyor. Türk malları-markaları dünya pazarlarında aranan, ihtiyaç duyulan ilk ürünler sırasında. Dışsatım, dışalım patlama yaptı, tek adam rejimi Türkiye’yi uçurdu. Bütçe fazlalık veriyor. Türkiye’nin altyapı, üstyapı sorunu kalmadı. Üniversiteler, bilim merkezleri, AR-GE’ler harıl harıl çalışıyor, teknoloji üretiyor. Dünya toplumları Türkiye’ye öğrenci göndermek için kuyruğa girdi. Pek çok ülke yardım talebinde bulunuyor, Türkiye’den uzman ve görüş istiyor. Ülkelerindeki beyin göçünü önlemek ve Türkiye’ye gitmelerini engellemek için gençlere ve yetişkinlere özel vaatlerde ve teşviklerde bulunuyorlar. Özellikle teknik ve sağlık personeli üzerinde titriyorlar. Sağlığın her şeyin başı olduğunu biliyorlar ve Türkiye’yi takdir ediyorlar.
Başka ülkeler, ekonomi ve eğitim sorunlarını, beceriksizliklerini ve başarısızlıklarını örtmek için her ne kadar “dış güçler, beka” diyorlarsa da, Türkiye’yi “tek adam rejimiyle örnek alarak” sorunlarından kurtulmak için mücadele veriyorlar.
Sanki Türkiye’de yıllar yılı “askeri vesayet” demediler; sanki Türkiye’de yirmi bir yıldır “darbeleri ve ihtilalleri tarihe, silahları toprağa gömdük” demediler. Sanki “barışı, huzuru, refahı getirmek için geldik” demediler. Sanki “isteyene istediklerini vermedik mi” demediler; FETÖ ile işbirliğine gitmediler, sanki “yanıldık, Allah’ım ve halkım bizi affetsin” demediler.
Şimdi de İçişleri Bakanı kalkıyor 14 Mayıs seçimini “darbe girişimi” olarak niteliyor. Bunun ne anlama gelebileceği yorumunu sizlere bırakıyorum. Ancak “Seçim Yasası’nı” çıkaran ve 14 Mayıs tarihini belirleyen Cumhur İttifakı, yani iktidardır. 14 Mayıs onların düşüncesinde ve dilinde “darbe girişimi” ise bunu kendileri hazırladılar. “14 Mayıs” demokratik hakların sandığa yansıyacağı ve özgürlüklerin geri alınacağı günlerin başlangıcıdır. Kimse bu seçime ve seçim sonuçlarına “dur” diyemez. Seçim demokrasilerin olmazsa olmazıdır. Ama:
Terörü bahane ederek tutuklama ve gözaltılar sürüyor. Kimi yargıçlar ve güvenlik güçleri önyargılarla hareket ediyor. Nedense bu hareketler iktidar tarafından her seçim öncesi yapılıyor.
Sevgiyle, esenlikle kalınız…
TURAN BAHADIR