Üstat Hilmi Yavuz anlatır; “Yaşar Bedri Özdemir, Trabzon'un ikinci 'bedros'u. Birincisi, elbette Bedri Rahmi Eyüboğlu! Bizim 'ikinci bedros'un on parmağında on marifet vardır: şairdir, romancıdır, fotoğraf sanatçısıdır, nakkaştır; velhasıl gerçekten nevi şahsına münhasır biridir.”
Yaşar Bedri Özdemir; hayatıyla sanatını, eserlerini bütünleştiren ve bunu iliklerine kadar yaşayan bir roman kahramanı gibi çok karşılaşamayacağınız bir karakter.
Yaşar Bedri; Akçaabat’ın bir dağ köyünde doğmuş, Trabzon Yenimahalle'de çocukluğunu yaşamış, birkaç yıl öncesine kadar gene köyüne dönüp 8 yıl yaşadıktan sonra şimdilerde kentte, Trabzon’da yaşamaktadır. Kendini sanata adamış ve bu uğraşı gerçekleştirebileceği bir mekân yaratmıştır.
Onun eserlerinin çoğunu kendisinden bağımsız düşünemeyiz. Yazdığı şiirde, öyküde, romanda, çizdiği resimde, hatta, yaptığı sinemada, çektiği fotoğrafta; dahası oluşturduğu sanat eserinde yaşadığı yöreden, kentten, kendinden izler vardır. Onun eserlerine sinmiş bilinçdışı reflekslerinin ipuçlarına rastlamaktayız.
Birden fazla alanla uğraşması onun bütün alanlarda orta seviyede yada onun altında kaldığı düşüncesini oluşturabilir. Ancak durum öyle değil. O motosikletiyle kendi tabirine göre avarelik yaparken, gönlündeki şiiri yazıp; zihnindeki resmi tuvale döküyor. Motosikletiyle avarelikleri hem yaşamasına mana katıyor hem de elindeki makinenin deklanşörüne basarak dizelerinin kaynağını ölümsüzleştiriyor.
Faroz’da balıkçılar kooperatifine çekti atını (motosiklet). İki parti batak oynayıp atölyesine gitmeden iki laf edelim dedim. Yaşar emice!...
Sanata başlangıcınızın hikayesini anlatır mısınız?
İlkokula giderken komşunun odunluğunda karagöz oynatırdım. Radyo bizim çocukluk yıllarımızın çok renkli bir kutusuydu. Resimli romanlar, resimli hikâyeler bizim yasaklı kitaplarımızdı. Ortaokula başladığımda şiirle tanıştım, resim yapma macerası ise komşunun duvarına yaptığım bir at resmi ile başladı. Resim yapmaya başladığımda kendime ait bir dünya arıyordum. 10 kitaba sığacak kadar da şiir yazdım. Sanatı seviyorum, sanatın her halini seviyorum. Bir orkestra halinde yapmak istiyorum.
Şiirde geçtiğiniz yollar, uğradığınız duraklar ve yeni arayışlarınız neler?
Mezun olduğum zaman önümde iki seçenek vardı; ya edebiyat öğretmeni olacaktım ya da edebiyatçı. İkincisini seçtim. İyi mi oldu bilmiyorum? Basık tavanlı sınıflarda, boyası kabarmış koridorlarda; (İdealist, cefakâr, bilge öğretmenlerden özürle) liyakatsiz idarecilerin stres topu olarak 'gayb’ olacak, kendi çarpımı üstüme koyacaktım. Şiirde arayış hiç biter mi? Ortaokula başladığım yıllarda sayısını unuttuğum kadar çok şiir ve hikâye yazmıştım. Bu yıllara iki de roman sığdırmıştım. ‘Yarın Güneş Doğmayacak!’ adlı romanım o yıllarda Hizmet Gazetesi’nde tefrika olmuştu. Âşık edebiyatının etkisinde hece şiirleriyle başladım. Aynı zamanda serbest şiir denemelerim oldu. Orta ve lise yıllarımda klasikleri ve Türk edebiyatının ustalarını okuyordum. Lisede divan şiiriyle tanıştım. Müthiş keyif alıyordum bu şiirin musikisinden. İlk kitabımı lise 2. sınıftayken yayımladım. Lise bitti. Fatih Eğitim’de Türkçe-Edebiyat okudum. Çok yetkin hocalarımız vardı. Sözcükler; sözünü ettiğim oyun bahçemdi. Şiir; aklın, zekânın, bilginin, duyarlılığın, nesne bilincinin buluştuğu, sözün iç sesine ve anlamına yaslandığım hayal ülkemdi.
Yaptığınız sanatlarda sizi en çok etkileyen hangisi oldu?
Bunu hiç düşünmedim. Etkilenmesem hiç birini yapamazdım. Hepsi dönemler içinde başat ve üretken olmuştu. Şiir hep önde oldu. Yaşamaktan ve yaşadığımı ölümsüzleştirmekten keyif alıyorum. Son yıllarda sinema sevdası şiirimin tahtına kurulmak istiyor. Çok pahalı bir uğraşı. Olsun! “Marifet iltifata tâbidir, müşterisiz meta zâyidir.” diye çok isabetli bir deyimimiz vardır. Emekler zayi olmasın istiyorum. Sanat aklına ne çok muhtacız. Maalesef liyakatsizlik diye bir dağ yığdılar gerçek sanat emekçilerinin önüne. De diyelim? Akıbet hayrola.
Son yaptığın film, “Çıngıraklar” ile sinemada amacınız neydi? Post prodüksiyon aşamasını bitirdin. Filmin bundan sonraki yol haritası nedir? Film neyi konu alıyordu?
“Karınca şeker içinde ölür” mottosuyla yola çıkan “Çıngıraklar” bir yönetmen filmidir. Standartları öncelemeyen farklı bir prodüksiyon düşünmüştüm. Filmimize konaklama ve yemek desteği sağlayan Tonya Belediye Başkanımız Sayın Osman Beşel’e buradan teşekkür etmek istiyorum. Filmi sınırlı zaman ve bütçeyle çok zor koşullarda Tonya’da çektim. A’dan Z’ye her karesine, her sahnesine severek dokundum. Bir iki tecrübeli oyuncu dışında yolda bulduklarımla çektim filmi. Yoğun bir mesaiden sonra kurgusunu ve rengini bitirdim. Fragmanını da kestim. Son tahlilde öncelikle dünya festivallerini düşünüyorum, sinema gösterimlerini ve satışları daha sonraki aşamada değerlendireceğim. Açgözlülük insanın en büyük sınavlarından biridir. Çıngıraklar, Trabzon’un uzak köyünde (Tonya) yaşamını sürdüren Çoban Karabey’in trajedisidir. Hiçbir şeye vermediği değeri, aile yadigârı çıngıraklara vermektedir. Koyun ve çıngırak uğruna çocuk yaştaki kızını yaşlı bir zengine vererek işlediği sosyal cinayetin savunması olarak, feodal dünya görüşü zaafıyla trajedisine yoksulluk ve sefaletini bahane göstermektedir. Ancak çıngırakların kimsenin bilmediği bir hikâyesi vardır ki; mübadele yıllarına dayanmaktadır. Çıngıraklar, köyün eski Rum sakinlerinden birinin altınlarını muhafaza etmek için bulduğu bir çözümdür aslında. Altınlarını eritip alaşım yaparak çıngırak döktürür, komşusuna emanet eder. Zaman içinde bu akitleşme unutulur, bilinmez olur. Dedesinin çıngıraklarını geri almak isteyen Mösyö Kıratlı yüz yıl sonra köye gelir... Böylece hırs, açgözlülük, eski davalar bir bir gün yüzüne çıkmaya başlar.
MorTaka adlı derginizden bahseder misiniz? Uzun yıllar basılı olarak çıktı MorTaka. Şimdilerde dijital alanda sürdürmekte yayın hayatını. Kent kültüründen sanatın her alanına kadar zengin bir içerik sunuyor okura. Onca uğraşınızın yanında zahmetli bir süreci olan böyle bir dergiye zaman ayırmak bir sevda olsa gerek?
Dergiler yazın ve sanat dünyasının vitrini ve aktüalitesidir. Sanatta güncel olanı, yeni olanları dergilerden takip edebiliriz ancak. Buğusu üstünde, tezgâhtan yeni çıkmış olanı kim merak etmez? Sanatçının vitrini olarak dergilerde fark yaratır, ayırdına varılır. Seçicilikten, güncelden, nitelik sorunsallarından söz etmeye gerek var mı? Öğrencilik yıllarımda harçlığımla ‘Ezgi’ ve ‘Çıkın’ dergilerini çıkarmıştım. Sonraki yıllarda Dinç Adımlar, Yakın Kültür, Gelecek, Ada edebiyat dergilerine birkaç ünite serum vermiştim. Reelde matbu olarak 19 sayı çıkan Mor Taka Şiir, Kent Kültürü ve Sinema dergisi halen e-dergi olarak yayınını sürdürmekte. Dergicilik tartışmasız özveri işidir. Sorumluluk duygun, derdin varsa kaçınılmazdır. Fiil bazen failini aşar, bu kez onun önüne geçmek için çabalarsın. Bu oyunun çok ciddi eylem olduğunun ayırdına vardım. Editörlük; bilgi, itina ve özen istiyor. Aklı ve zekâyı pratiğe dönüştürecek tecrübe istiyor. Türk dünyasının en önemli şairlerinin, düşünce insanlarının ve sanatçılarının buluştuğu MorTaka dergisi kutsal oyunlarımdan birisi olarak geldi, sürüyor hâlâ. Dergicilikte, zorunluluk peşimizi bırakmıyor. Yayıncılığı bitirmek istiyorum. Bu işin meraklısı da kalmadı. Gel gör ki; canlı, direnen, direten nesne olarak yakamı bırakmıyor. Sözün hülasası; sorudan biraz uzaklaşırsak, böylesine kalabalık yazar ordusu olan bir ülkede, ters orantılı olarak her gün daha çok okunmaz kılan etmenler bulanıklığın öbür yüzü olsa gerek. Kimse kimseyi okuma zahmetinde bulunmuyor! Kimse kimseye tahammül edemiyor. Şair zamanının tanıklığını yaparken, söylediği şiirin çeteledeki yerinin ayırtında olması şair için önemlidir. İki süslü laf edenler kitap yayınlama peşinde. Bu hataları hep yaptık. Don Marquis, “Bir şiir kitabı yayınlamak; derin bir uçuruma gül yaprağı atarak, gelecek sesi beklemektir.” diyor. Marifet varsa, fail vardır, fiil vardır. Biz işimizi bilerek ve severek yapalım yeter.
Hayatınızın hikâyesini yazmayı veya çekmeyi düşünüyor musunuz?
Sanatçıların fiilleri kendi hayatının parçası, yansımaları değil midir? İlk romanlar genellikle otobiyografik eserlerdir. Dünyanın her yerinde böyledir bu. Yazılan her ima ile eserlerimizi aklımızı talan eden cümlelerle kurarız, sürülen boyaya hayatımızı süreriz, çekilen görsele ruhumuzu ve bedenimizi yerleştiririz. Şaşmaz pusuladır, yapılanlar hep birinci tekil şahsı gösterir. Hâsılı kelam kendimizi kendimizle işgal ettik, geldik, gidiyoruz. Boş durmak akledene zül gelir.
Trabzon’da spor, Trabzonspor hayatınızda ve sanatınızda nerededir?
Çocukluğum ve ilk gençliğim Yenimahalle 3. Sokak’ta geçti. Avni Aker Stadyumu seslenme mesafesi kadar yakındı evimize. Top oynamak bizden önceki jenerasyon için makbul bir şey değildi. Bize sokaklarda top oynamayı yasaklamışlardı. Komşunun balkonuna düşen topumuzun akıbeti genelde bıçak yarasıydı. Bu bizi top oynamaktan engelleyemiyordu. Patlayan topumuzun içine balon koyup kaldığımız yerden oyunumuza devam ediyorduk. Sporda tek sevdam vardı İdmanocağı. Mahallemizden birçok profesyonel futbolcu geçti, birçokları zaman içinde sınıf arkadaşlarım, komşum oldu. Uzun tartışmalardan, inatlaşmalardan sonra Trabzonspor efsanesi başladı. Bir geldi pir geldi. Şampiyonluk yıllarında maçları hiç kaçırmazdım. Skolastik kafaların futbola olan kötücül yaklaşımları, şampiyon Trabzonspor sevdasına dönüşmüştü. Rahmetli babam takım 1-0 yense bile dudak bükerdi, memnun olmazdı sonuçtan. Bu şehrin futbol başarısı tesadüflere bağlı değildi. Spor bilinci; aklın, zekânın ve bedenin buluşmasıyla profesyonel platforma oturmuştu. Söylediğim gibi bu şampiyonluklar, futbol dehası 1920’li yılların başlarında kurulan İdmanocağı, İdmangücü, Necmiati, Sebatspor gibi takımlarımızın oluşturduğu temsil kolları tiyatro yapıyordu. Dünyada bir başka örneği yoktur bunun. Futbolda olduğu gibi sporun bütün dallarında başarılar eksik olmuyordu. Bu aktiviteler üzerindeki kültür farkındalığımız araştırılması gereken çok önemli sosyal harekettir.
Amatör ruhla sürdürülen profesyonellik başarının da temeli olmuştur. Hep hayalimde olan şey, Trabzon doğumlu futbolcuların oluşturduğu bir Trabzonspor ütopyası olmuştur. Madem maçlar sahada değil masada neticeleniyor. Fazla tamahın da bir anlamı yok gibiydi. Bundan önceki yıllarda şampiyon olan takımlar kadrolarını dağıtınca hep hezimet yaşadılar. Son sezonda biz bu hatayı neden yaptık? Bunun tartışılması lazım gelir. Spor kulüplerinin ticarethanelere dönüşmesi spor ruhunu kaybettiğimiz anlamına gelir. Amatör ruhla profesyonel işler yapmak. Başarı senaryomuz bu. Küçük bir sitemle futbol ve sanat paradoksuna değinmek istiyorum: Futbol yolunda saçılan paraların % 10’u sanat ve kültüre aktarılsa başarılacak olanları hayal bile edemiyorum.
Baba mesleği marangozluğu ve öğretmenliği tercih etmedin. Sanat arenasında savaşmayı tercih ettin. Şiir, roman, hikâye, fotoğraf sanatı, ressamlık, nakkaşlık, tabelacılık, yönetmen, senarist, kameraman… Bir sürü sen. Bu kadar farklı zengin içerikli sanat yapmanızı neye bağlıyorsunuz? Onca uğraşın üstesinden gelmek yorucu ve zor olmuyor mu?
Toplumsal mutsuzluktan söz ettim yukarıda. Sevdiği işi yapan insan mutludur. Bize bilmediklerimiz zor gelir. Bildiğimiz şeyler kolaydır. Başarılı olmak için düşünmek, çalışmak ve akletmek esastır. Sevdiği işi yapan yorulmaz. Önemsediğim beni mutlu edecek işleri yapıyorum. Hız ve üretken eylem pratiğini zaman içinde kazanıyorsun, gerisi çözülüp geliyor zaten. Dünya zevklerinden, uykundan, dostlarınla bir arada olmaktan feragat etmek de var işin sırrı. Aklın sınırlarını zorlamak işin cabası. Sanırım tek formülü var bu işin, sevmek, sevdalı olmak.
Daha yaşanılır bir Trabzon için, kalanlara selam olsun!