Dünyanın en gizemli bu topraklarında doğmak ve yaşamak, ilerleyen yaşlarda hayata daha güzel tutunmamızı sağlayan bir doku oluşturdu daima...

Şimdiki zamanlarda sanal bir dünyanın içine sıkıştırılan her şeyi gördükçe ne güzel bir çocukluk yaşamız diyorum.

Geçmişe bir yolculuk yapalım. Çocukluğumun bir yaz tatilini yazalım…

İran konsolosluğunun tam arkasında oturuyorduk. Çocukluğumuzun en güzel yılları dik rampalı bir yokuşun başındaki sokakta geçti, on adım atıp girdiğimiz aşıklar parkından, son nefesimize kadar koştuğumuz meşin yuvarlağın peşinden dev gibi ağaçların gölgesine düşerdik. Havaların yavaş yavaş ısınmasıyla yeşilin her tonunu giyinen bu topraklarda çocukluğumuzun heyecanı ile uyandığımız yaz sabahları hayallerimizin en güzel anılarını kaplıyor.

Haziran'da bir başka heyecanlı olurduk. Dondurma en soğuk haliyle çıkacaktı. Yavuz Selim İlkokulu’nun avlusu canlanıp konuşsa...

Okulun giriş kapısında Ersoy pastanesinin kokusu hala burnumda tüter. Muhteşem kokulu poğaçası ile dünyanın en lezzetli dondurmasını yerken bitmesin bu tat diye dualar ederken elimde erir giderdi.

Sonrası malum, hemen şişerdi bademciklerim, zor yutkunurdum. Annem kaşlarını çatar, “Yedin yine terli terli dondurma. Yarın nasıl gideceksin okula.” der, hemen bir şeyler kaynatır içirirdi bana. Boğazımdaki ağrı Karadeniz’in havasından mıdır bilmem ama kolay kolay geçmezdi. Sabah erkenden hem kızar hem de tutar elimden bu şehrin efsane iyilik meleği Doktor Kemal Dursun’a getirirdi beni...

Kemal amca beni gördüğünde gülerek, yaramaz uşak terli yeme dondurma der muayene eder biraz ilaç yazar gönderirdi. Bizim çocukluğumuz önce sevgiyle iyileşirdi.

 Okulların kapanmasıyla orta halli karnemiz le başlardı yaz tatilimiz.

Çocukluğumuzun yazlarında; hafta sonları annem ile sabah erkenden köye giderdik.

Küçük kardeşlerim Adem ve Selma’yı komşumuz olan Nazmiye teyzeme bırakırdı.

Köyümüz yakındı şehre.

Çömlekçi’den kalkan köyün arabaları epey bekledikten sonra hareket ederdi minibüs. Değirmendere Vadisi’ne girince araba, derenin yoğun akan hışırtısı gelirdi kulağıma. Yeşeren, çiçek açan ağaçların dalları çarpardı derenin suyuna. 15 dakika sonra Hacı Mehmet köprüsünde inerdik. Annem hemen iki çanta tutuştururdu elime. Köydeki eve kadar yürümemiz gerekirdi. Köprünün üzerinde biraz durup, cansın altı denilen tarafa bakardım. Derenin suyu soğuk olurdu. Akşam saatlerinde biraz daha ılıklaşırdı. Yeşile çalan rengiyle akan dereye girmek için sabırsızlanırdım. Dik patikadan elimde çantalarla eve çıkardım.

Köyün uşakları oturakkaya denilen bir yerde misket oynardı. Cebime doldurduğum misketlerle yanlarına giderdim ve gece kararana kadar süren ruhumun en tatlı gününü doya doya yaşardım. Acıkınca yeni olmaya başlayan kirazları yerken doyduğumu hissetmezdim. Akşam saatlerinde derenin yemyeşil sularında bulurduk kendimizi. Annem tarlasıyla uğraşmayı severdi; ben kırlara kaçarken o da akşama kadar uğraşırdı toprağıyla. Yetiştirdiği fasulyeyi, mısırı, lahanayı şehirdeki evinde pişirip yedirmek onu hayata bağlayan bir tılsımdı. Köyde kalmazdık; akşam olunca içi lahana dolu çantalarımızla yine dönerdik Trabzon’a...

Ne güzel günlerdi, Yeşil Coğrafyanın renginden beslenip bu günlere kadar gelmek...

Ne hoş ki; bunu hem yaşıyor hem de daha çok insan ruhunda hissetsin, hayatında tadı tuzu güzellikleri yanı başında görsün, geçip gitmesin öylece diye uğraş versin çabasında oluyorum.

Bu toprakların öyle güzel bir aroması var ki,

Yazıp çizerken bile hep değerli olduğumuzu hissettiriyor bize... Yürekleniyoruz, renkleniyoruz ve hep üretiyoruz ... İnat ediyoruz hep hayata en iyisini yapmaya çalışırken kusursuzluğu arıyoruz.

Ve hiç yorulmuyoruz. Yaşadığımız bu coğrafyanın harmanında yoğrularak büyümek, bu topraklara olan aşkımızı hep diri tuttu.

Her şeyin maddeselleştiği bu günlerde, özlemle hatırlıyoruz o zamanları,

Hayatın, tadını, mutluluğunu, üzüntüyü ve yokluğu en güzel şekilde yaşamıştık.

Hayatımızı minimize ettiğimiz şu günlerde

Daha çok hesaplaşacağız kendimizle ve

Gelecek günleri düşünüp

Daha güzel hayaller kuracağız.