24-31 Ocak arası “Adalet ve Demokrasi Haftası” diye çeşitli anma, söyleşi ve aydınlanma panel ve konferanslarıyla yurt düzeyinde izlenceler/programlar düzenlenir. 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu’nun ve daha öncesinde ADD Kurucu Başkanı Muammer Aksoy’un 31 Ocak 1990’ da öldürülmeleriyle ilintilendirilen bu haftada öncelikle Cumhuriyet ve Devrimlerini savunmanın ve Aydınlanmanın ne denli önemli olduğunu vurgulamak ve insanımıza kavratmak bakımından çok önem ve öncelik taşıyordu. Günümüzün iç ve dış koşulları doğru çözümlendiğinde tehlikenin büyük olduğu; bilimin ışığında yol almanın, Cumhuriyet Devrimi’ne ve ilkelerine dört elle sarılmanın/aydınlanmanın ivedi olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Bir döneme damgasını vuran “faili meçhul” kavramının ne denli tutarsız bir niteleme olduğunu öncelikle belirtmeliyim. Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde hele 1990’lı yıllardaki tek tek aydın ve kitlesel kıyımlarının hiçbirinin faili meçhul/bilinmez değildir! “Kim öldürdü?” sorusu, suyu bulanıklaştırma amaçlı bilinmezliği artırdı. Dinci tetikçilerce kıyılan canlarımız için uzun süre İran suçlanmış, ABD/NATO ve gizli servisler gölgelenmiştir. Özellikle Uğur Mumcu’nun araştırıp ortaya çıkardığı yapılanmaların ve GLADYO, MİT, MOSAD, CIA gibi servislerin dinci tetikçi/taşören yetiştirerek kullandıkları; bölge ve komşu ülkelerin birbirine kalıcı düşmanlık geliştirmelerine ve kendilerini de gizlemeye uzun süre yeteceğini saptadığını bugün kimi siyasi ve sözüm ona aydına anımsatmak gerekir!
-O dönem asıl düşmanı ve gerçek tehlikeyi görmeyen/göremeyen anlayış bugün de benzer aymazlık içerisinde, ne yazık ki! Israrla “diktatör” diyen ABD “demokratlarına” ayak uydurmak, Avrupa liberallerine şirin görünmek için “Saddam Diktatörü”, “Kaddafi Diktatörü”, “İran/Molla Faşizmi”, “Esat Diktatörü” teranesini sahiplenerek iktidar olma çabası güdenler, Uğur Mumcuların baktığı ufuktan ülkemize, komşularımıza ve dünyaya bakamamaktalar!-
(……………)
Kuşkusuz bu iki Cumhuriyet aydını ve yazarından önce de sonra da başka kıyımlarla ulusumuz çok acılar yaşamış, şehitler vermiştir, Cumhuriyet ve Aydınlanma için. Kıyılanlara sadece yoğun saygı-sevgi bildirimi ve anma törenleriyle/ağıtlarla yetinilmemeli. Korku duvarını, öfkenin/duygunun ötesinde bilinçle ve siyasal birikimle aşmalı. Tek tek her birini saygı ile anmak, onların düşüncelerini ve Cumhuriyet Devrimi’ne bağlılıklarını ve aydınlanma/aydınlatma çabalarını korkusuzca sürdürmek büyük bir vicdan borcudur diye düşünüyorum. Bunu hele bugünkü koşullarda yapmak daha bir anlamlı olsa gerek!
Bir soruyla yazıyı sürdürelim; Aydınlanmadan kimler, neden korkar?
Öncelikle her düzeyde yöneticiler, hele devleti yöneten kimi yöneticiler yetersizliklerinin görünmemesi için, varsa “gizli ajandaları” için, “aydınlanma” ve bilimden korkarlar. “Bilen”, hakkını arayan, sorgulayabilen, karşı çıkabilen, elbette cesur-kararlı kimselerden korkarlar. Bilinçli bireylerden/yurttaşlardan oluşan toplumlar, ayırt etme niteliğine ulaşırlar. Güdülmezler, haksızlıklara-eşitsizliğe karşı çıkar, mücadele eder, bunu yapanlardan sırası gelince hesabını sorar, yargılamasını da bilirler! İşte sonuna dek egemen olduklarını/olacaklarını sananların tir tir titrediği an budur! “Kral çıplak” diyebilenlerden oldum olası çok çekmişler, daha da çekecekler bu “karanlık severler”!
Tarihin değişik dönemlerinde buna çok rastlanılır. Orta çağ Avrupası yönetime egemen olma kavgasını kilise/din ile aydınlanmacılar arasında çok kanlı biçimde yaşamıştır. Reform-Rönesans hareketleri, İngiltere ve Büyük Fransız Devrimleri oldukça kanlı bir süreci bize gösterir. Yine Osmanlı’nın son döneminde yaşanan aydınlanma ve bilim karşıtlığı baskı-zulüm-sürgün ve kıyımları beraberinde getirmiştir. Gölgesinden korkacak duruma düşen kimi yöneticilerin, donanmalarını, kendisini tahtından indirebileceği için denizlere açılmasın diye çürümeye terk eden padişahların, bilim karşıtlığı ile gözlemevi gibi kurumları havaya uçuran ve benzer tutarsızlıkları kendi özelinde/sarayında da yaşayan yetersiz muhterisler ve bunların günümüzdeki versiyonları/görünümleri…
Düşüncelerinden ötürü öldürülen öncülerin -gazeteci, yazar, düşünür, bilim insanı, aydın, entelektüel…- anlatmak istediklerini onlardan sonra kararlı biçimde savunacak ve dile getirecek aydınlara/düşünürlere daha çok gereksinim var bugün. Korku, baskı, yıldırma, gözaltına alma, tutuklamanın, bin bir türlü hukuk ve yasa tanımazlığın yaşandığı günümüzde gelecek kuşaklara bırakmak üzere aydınlanmanın/bilimin olmazsa olmaz ilkeleriyle uyumlu davranıp, susmamak günümüzün temel siyasi ve aydın sorumluluğu olarak kabul edilmelidir. Cumhuriyetin ve Atatürk Devrimlerinin, aydınlanmanın savunucularına bugün daha çok destek verilmeli. Sınırlı olanaklarla savaşım veren, giderek artan/yoğunlaşan baskılarla susturulmaya çalışılan ve iktidarın yanı sıra kimi siyasi çevrece de “yok” sayılan entelektüellere ve öncülere el verilmeli, önleri açılmalıdır. Bu yapılırken kısır siyasi çıkar hesapları içine girilmemeli; bileşenlerin, önce yurt/vatan/bağımsızlık/cumhuriyet/devrim diyebilmeleri yeterli görülmeli.
“Aydınlanma”, sosyolojik ve bilimsel bir kavramdır. Her devrim, tıpkı bizim Cumhuriyet Devrimi gibi yanı başında “aydınlanma” ve “arasız devrim” stratejini öngörür. Birçok olmazsa olmazın önünde bilinç aktarımının yanında, sürekli aydınlanma/tazeleme/yenileme ve bilimsel süreci yakından izleyerek ona ayak uydurma zorunluluğu gerektirir.
Çağın ve Devrimin gerisine düşmek diye bir olumsuzluk her zaman olasıdır. Özellikle 1940’lı yıllardan sonra, hele 1950’den sonra hızlanan bir “rota” değişimi… Aslında ülkemizde son yetmiş yıldır kimi zaman kesintiye uğratılıp engellense de yaşanan budur! Kuşkusuz yirmi yıldır “Devrimin gerisine düşmek” bir yana tamamen karşısında yer almak ve onu yıkıp kendi yönetimini egemen kılmak çabası var, görmek istemeyenler olsa da! “Karşı Devrim” tanımlaması, üzücü ama gerçek! Bu gerçeklikten hareketle konumlanmak, Mustafa Kemal gibi davranmak, “durumdan görev çıkarmak”, siyasilerin/öncülerin ve her Cumhuriyet yurttaşının temel görevi sayılmalı!
-Yarınlar Güzel Olacak-