Eğitim, kültür-sanat-yazın dünyamızda sürekli tartışılan bir söylem/eylem, bir tavırdır “politika” / “siyaset”. “İçinde mi olmalı, dışında mı kalmalı?” gibi anlamsız sorular değerli beyin ve yürekleri çoğu zaman oyalar durur, üretkenliği olumsuz etkiler. Kimi dost/arkadaş çevresi de “Sen alanınla ilgili yaz-çiz, konuş” “öğüdü” ile siyasete dokunma demeye getirir sözü. Oysa yaşamın kendisinin aslında “siyaset” olduğu unutulur/unutturulmak istenir.
“Siyaset tüccarlarının”, “siyaset egemenlerinin” çok işine geldiği için kamu görevlileri başta olmak üzere, bilim-kültür-yazın, bütünüyle sanat dünyasının özellikle toplumcu kimlik ve kişilikleri bıçak sırtı tutulurlar. “Ya bizdensin ya değilsin” kılıcı hep havadadır! Söz ve eylemleri, yaşamları “mercek altına” alınır!
Özellikle son çeyrekte yoğunlaşan baskıların yanında “siyasi tekelleşme” de oluşmaya/oluşturulmaya çalışılmakta. Bu durum bütünüyle düşünmeyi engelleyen, çözüm üretme çabasını değersiz kılan bir tutum. “Ben her şeyi bilir-yaparım” tavrıyla, aydınları, sanatçıları ve düşünen-sorgulayan beyinleri öteleyerek giderek yok sayan bir “hadsizlik”! Cumhuriyet yurttaşı ve bireyi olma, sorumluluk alma duygu ve heyecanını yok etme. Cumhuriyet kültürü yerine “tebaa”, “sürü”, “ümmet” kimliğini/kimliksizliğini öne çıkarmak…
Bu günlerde Kültür-Sanat-Yazın üzerine yerel düzeyde neler yapılabilir sorunsalına eğilmek ve kimi önerilerde bulunmak niyetindeydim. Gündemin hızı ve kayganlığı birçokları gibi beni de etkiliyor. “Yazma ve konu seçme özgürlüğünü” yok ediyor. Çok kez karşılaştığım bu durum şu sıralar Cumhurbaşkanının 5. Din Şûrası açılışında yaptığı konuşmayla yine kesintiye uğradı.
Cumhuriyet ve aydın sorumluluğu bir yana her bir yurttaşımız için yaşamsal önemde bir konu. Düşündürücü, ürkütücü ve ayrıca çok tehlikeli! Konuşmanın ilgili bölümünü buraya alıp yazma alanımı daraltmak istemem. Ancak kimi vurgulardan hareketle konunun ne denli ciddi/yönetimsel olduğunu kamuoyu ile paylaşmak benim için de bir sorumluluktur diye düşünüyorum. Paylaşmanın yanında/ötesinde bilinç oluşturmak, bunu yaşama/pratiğe/siyasaya dönüştürmek öncelikli bir görev sayılmalı ayrıca.
Cumhuriyet yıkıcılığının, başta Laiklik, Kamuculuk, Halkçılık ve eğitim dizgesi olmak üzere uzun yıllardan beri aşındırılarak günümüze gelinmesi tehlikenin son aşamasına ulaşıldığını göstermekte. Diğer bir anlatımla “hesaplaşma günü/günleri” denilebilir. Hukuk tanımazlık ve kendi “hukukunu” oluşturma süreci hızlanmış, eylemsel -fiilen- olarak tamamlanmıştır. Bunun örnekleri sayılamayacak denli fazla. “Biz İslam’ı referans alan bir partiyiz”! söyleminin varacağı yer “Şeriata düşmanlık dinin bizatihi kendisine husumettir, Türk demek aynı zamanda Müslüman demektir!” sözüyle çıta yükseltilirken Ulus birliğine ve bilincine de saldırı yapılmaktadır!
Laik hukuk din kurallarıyla düzenlemeyi kabul etmez! A’dan Z’ye devlet törenleri, açılışlar, kamusal düzenlemeler, değişik kademelerde eğitim izlem ve uygulamaları dinsel kurallara/hukuka dayandırılarak/ilişkilendirilerek uygulanmakta, Laiklik yok sayılmakta! Oysa Cumhuriyet Devrimi’nin temel taşı olan Laiklik 5 Şubat 1937 de Anayasamıza girmiştir; Anayasamızın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez 4. Maddesine! Yine Anayasamızın 174. Maddesi 3 Mart 1924 Devrim Yasalarını koruma altına almıştır. (Önümüzdeki haftalarda Devrim Yasalarına ilişkin bir yazı ayrıca düşünmekteyim.)
Laikliği İslam’ın karşısına yapay bir “din “olarak koyma çabası neyin nesi?
Din ve devlet işlerinin -Laiklik- ayrı tutulması yapay bir din mi?
Sosyal ayrışmayı kaşımak, ayrımcılığa destek vermek, kültürel, etnik, dinsel/mezhepsel çatışmaya alan açmak neyin nesi?
Giderek ulus bilincine müdahale ve “ümmet” temelli toplumsal yapılanmaya dönmek… Yasal ve “hukuksal” düzlemini yaratma çabası ve nihayet yeni “Anayasa” talebi!... Artık düşünceden eyleme geçen bir Cumhuriyet ve Devrim karşıtlığıyla karşı karşıyayız.
Ekonomik ve sosyal gidişin iyice tehlikeli yol aldığını gölgelemek isteyenler ya da tamamen yerel seçime kilitlenenler stratejik düzlemdeki tehlikeyi -Cumhuriyetin temel niteliğini yok etme ve dönüşümü- görmeliler! Bunu görmeyen/göremeyen anlayışların seçimlerdeki kazanımlarının ötesinde çok daha büyük yitikleri/kayıpları daha sonra görecekleri ve “vahlanacakları” tarihsel örnekleriyle yaşanmış ve kanıtlanmıştır da.
1924-1937 yılları arasında yapılan Devrimler, bir zincirin halkaları gibidirler. Bu zincirin yeni halkalarla büyütülmesi “Arasız Devrim” öngörüsünün ta kendisiydi. Bırakın zinciri büyütmek -ki Cumhuriyetin ve yönetenlerin asıl başarısızlığı buradadır-, zincirin halkalarının -ilke ve devrimlerin- tek tek korunamayıp elden çıkarılması günümüz iktidarının pervasızlığına ve son neşteri vurma çabasına yöneltmiştir. Kuşkusuz çok tehlikeli bir yönelim! Görmezden gelinemeyecek bu saptamayı yapmak zorundayız! Böylece yeni bir ayağa kalkışı sağlayabiliriz. Bir vurgu ile bir anımsatma ile yazıyı bitirmek isterim: Bu Ulus bu Halk zor günlerden geçmesini hep bilmiştir; Cumhuriyetin şah damarına yaklaşılmasına ve sonuç alınmasına asla izin vermez, koşullar kötü de olsa!
05 Şubat 2024 /Ankara
- Yarınlar Güzel Olacak-