Bu günlerde canım yazı yazmak pek istemiyor. Hangi konuya el atsam hemen birileri öne çıkıp durumu saptıran, önyargılı yaklaşımla ilgili-ilgisiz “değerlendirmelerle”, “zülfü yâre bu denli dokunulmaz ki” anlayışıyla sözüm ona eleştiri yapmakta. Ya sosyal gerçeklikten uzak ya da suya sabuna dokunmayan popülist, hamaset yüklü yazıp-konuşacaksın ki “beğenilsin”. “Toplumsal gerçekçilik” zor zanaat kısacası!

Gerçi benim pek beğenilme-övülme kaygım olmadı, bundan sonra da hiç olmaz. Ancak yazıp- söylediklerimin bir sav (iddia) taşıdığını, bu nedenle insanlara ulaşmasını, onların bilincine ya da bilinç altına etki etmesini isteme hakkım olduğunu düşünüyorum. Bu dürtü, sorumluluk duygu ve yükünü bir kat daha artırıyor, yıpratıcı da oluyor galiba. Başka pencerelerden bakma… Kimsenin pek girmek istemediği toplalara girme… Aykırı olma durumu…Şeytanın avukatlığına soyunmak gibi. Öyle ama dostlar! Yaşamın tüm alanlarına yayılan bir düzeysizlik, ilkesizlik, kuralsızlık… Giderek çürümeye yüz tutan, aslında kabul edemediğimiz, çürümenin ta kendisi…  Yakınlarımıza, belki bize de bir ölçüde bulaşan; neden kabul edilmez ki? “Değişim”- “dönüşüm” süreçlerinin en hızlı döneminden geçmekteyiz.

Hayır hayır bugün siyasi konulara çok girmeyeceğim. Ama şu “normal” ve “normalleşme” sözcüklerine ve elbette siyasi savlarına azıcık dokunmalı diye düşünüyorum. Tabi neyin normali, kimin normali diye sormalı önce. Ya da hangi davranış kime göre normal, neye göre normal. Senin normalin, benim normalim, onun normali! Oh ne ala, her davranış, söz ve eylemin bir biçimde normal sayılabileceğini varsayan bir tutarsızlık furyası. Herkesçe olmayan ama birilerince, birtakım çevrelerce “normal” sayılabilen.

Kısacası çok öznel bir kavram “normal-normalleşme”. Kişilere, anlayışlara, dinsel ve etnik değerlere göre biçimlenip yönlendirilebilecek olan. Bizim gibi henüz feodal kurum ve yapıların tasviye edilmediği/edilemediği bir ülkede. Yetmezcesine yeni çağdışı açılımlarla desteklenip daha da kurumsallaşıp devlete ve topluma bütünüyle egemen olma yarışının hızlandığı şu günlerde… Cumhuriyet ve Devrimlerinin kazanımlarının korunması bir yana ters yüz edilmesinin hızlandırıldığı… Ocağımıza incir ağacının dikilme niyet ve planın bu denli açığa çıkmış olmasına karşın!

Bu “normal”in acılarını çok yaşadık. Örnekler yazı alanıma sığmaz! Çoklu hukuk kavramını vaktiyle dillendirenler unutulmuş olacak ki siyasi kimliklerin bir bölümü çok sarıldı bu “normalleşme”ye. Oysa toplu yaşamanın gereği olarak yasa-hukuk-etik… gibi kavramların içselleştiği uygar toplum olma savına uygun bir hukukun/dizgenin bütün topluma ve toplumsal-siyasal-kültürel… alanlara uzanması ve yerleştirilmesiyle oluşan/oluşturulan bir düzeyin tanımlaması olarak görülmeli “normalleşme”. Bugün bunun neresindeyiz? Sorulması ve sorgulanması, düşünülmesi gereken asıl konu budur.

Toplumsal yaşamın bütününe bakmak olası. Ancak en çarpıcı olanı siyasal-sosyal-kültürel-etik yapıdaki son fotoğraf ya da ağırlıklı görüntü.

Sağlık kurumunda sağlıkçı olmayanların etkinliği…

Eğitim kurumlarında eğitimci olmayanların gücü ve etkinliği…

Siyaset kurumunun önemli oranda egemenlerce işgali…

Kamucu/Halkçı siyaset üretme yerine, çıkarcılığın yeğlendiği…

Siyaset kültürü ve amacının değişmesi ve dolayısıyla siyasi kayırmacılığın bütün disiplinlere, remi-sivil bütün kurumlara bulaştırdığı tutarsızlık ve niteliksizlik, bir bakıma yeni “normal”in gücüydü aslında.

Burada yine “sarı öküzün verilmesi” sözü aklıma geliyor. Sürekli kendi dışındaki eksikleri ve sorumluları öne sürerek güncel sorumluluk almaktan uzak duran, mangalda kül bırakmayan anlayışların edilgenliği ve yılgınlığı bıktırdı artık! Sürekli patinaj; yerinde oturma/sayma “eylemliliği”! Ne yani sarı öküz veridi diye buna dur deme şansımız kalmadı mı? Kabullenip kabuğumuza mı çekilelim? Kendimizi yok sayıp varlığımızı-yüreğimizi-beynimizi yadsıyalım mı? Yaşadığımız an’ın, günümüzün somut görevi ve sorumluluğu yok mu sayılmalı?

Zaman zaman kanıksadığımız yaygınlaşan olumsuzluklar, şu ya da bu nedenle ödün verdiğimiz yıprattığımız ilkeler, insanca olandan uzaklaşma kolaycılığı, “rehavet”, özne/etken olmama kaçışı… yeni normları/normalleri destekledi, yaygınlaştırdı. Bu aşamada özeleştiriden başlamak öncelikli olmalı. Olumsuzlukları her gün sıralamak, umutsuzluk ve yıkım söylemiyle toplumsal direncimizi sarsmak bize bir şey kazandırmadı/kazandıramaz da. Bu sözlerime de kimi dostlarımın burun kıvırdığını görür gibiyim. Kolaycılığı yeğleyen, atışma ve birbirini karalamanın önde tutulduğu, yüzeysellik ve görüntü vermenin siyasi izlencelerin önüne geçtiği, çözümden uzak siyasal-kültürel-etik anlayışın ve elbette siyasetin ve siyaset kültürünün yapaylaştığı/yeniden biçimlendiği; halk avcılığının geçerli siyasi çizgi sayıldığı bir dönemsel handikaptan geçmekteyiz. Biraz da bıçak sırtı bir durum. Bir yanı uçurum/yok oluş olan!

İlkesel normalin, siyasal-kültürel-etik ve sanatsal normalin -insancılığın, doğacılığın- ulusal ve evrensel düzleminde yol almak seçeneğine yeni seçenek aramak geçmişte de çok denendi. Varlığın doğasına aykırılığın yanında, insanın, emeğin-yüreğin-beynin ve bütünüyle akılcı-bilimsel düşüncenin diyalektiğine aykırılığı savunmak hüsrandır, biline!

Hele siyasetteki başarıyı ideolojik tutarlılık, ilke ve izlence yerine, iktidar olma hırsı ile böylesi biçimselliğe indirgemek ve buna bel bağlamak hüsrandan öte bir yıkımdır ki kimse altından kalkamaz!

                                                                                           08 Ekim 2024

                                                                                          Ankara

                                                                          -Yarınlar Güzel Olacak-