1. Dünya Savaşı’nda bütün cephelerde saldırıya uğrayan Osmanlı İmparatorluğu, Ortadoğu’da da kahramanca mücadelelere rağmen, yerel ihanetler ve uluslararası komplolar ile mağlup sayılarak Mondros Ateşkes Anlaşması’nı imzalamıştı. Bu gelişmeler üzerine; Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal, bölgede yapılacak bir işin kalmadığını görerek, gerekli tedbirleri alıp, yeni ve uzun bir mücadele döneminin planlarıyla zihnini doldurarak İstanbul’a döner. Asırlarca merhamet ettiklerinin, imparatorluğun dört bir tarafında ihanetine uğranılması kolay kabul edilebilecek bir sonuç değildi. Osmanlı’ya; Yunanlının, Bulgar’ın, Karadağlının ihanet etmesi beklenen bir sonuç olarak görülebilirdi ancak; “Sürre alaylarının” getirdikleri ile yaşattıkları toplumların ihanetinin izahı mümkün olamazdı!

           
Uzunca bir zaman İşgal altında bulunan İstanbul’daki bütün toplumsal kesimler ve dahi padişah ile görüşerek onların gelinen bu noktada tutum, davranış ve beklentilerini öğrenmeye çalıştı. Tek çıkar yolun; Anadolu’ya geçerek, yeni ve milli bir mücadele verilerek vatanın kurtuluşunun sağlanabileceği olduğunu anladı. Vakit kaybetmeden bu fikrini gerçekleştirmek için, günü gelinceye kadar en yakın arkadaşına bile bu fikrini söylemeyerek bu kutsal mücadele ateşini yaktı. Önce mahalli kongreler ile Anadolu insanında yeni bir heyecan oluşturmaya, sonrada oluşan bu heyecanları birleştirerek, kurtuluş mücadelesi ateşini yakmayı karar kıldı ve öylede yaptı.

           
Anadolu’daki tarihi çalışmalarını yaparken, bir taraftan da gözü İstanbul’daki gelişmelerin üzerindeydi. İtilaf devletleri; padişahı, onun siyasi varlığını tanıma vaadi karşısında adeta etkisiz hale getirmişlerdi. Anadolu’da mücadeleyi yapanların ve İstanbul’daki vatanseverlerin gayretleri ile daha önce dağıtılmış olan “Osmanlı Mebuslar Meclisi” son defa tekrar toplandı ve “Misakı Milli” kararlarını alarak görevini sonlandırdı. Zaten bu kararların iptali için işgal güçleri meclisi çok zorladılar ise de, bu dönülmez yoldan hiç kimse geri adım atmadı. Bunun üzerine direnen mebusların bir kısmı tutuklanarak Malta’ya sürüldü. Kaçabilenler Anadolu’ya, Mustafa Kemal’in yanına gittiler. Bu gelişmeleri bir fırsat olarak değerlendiren Atatürk İstanbul’dan gelen 84 milletvekillerinin yanında, eksik olanların yerine derhal seçimler yaptırarak seçilen yeni milletvekillerinin de katılımı ile 23 Nisan 1920 de Ankara da, bozkırın ortasında, bütün yokluk, açlık, sermayesizliklere rağmen TBMM’nin açılışını gerçekleştirdi.

Öyleki; henüz Osmanlı’ya bağlı olan Batum’dan seçilen beş milletvekili kendi imkânları ile Samsuna kadar gelebilmişler ancak orada maddi imkânsızlıklar yüzünden beklemeye başlamışlardı. Bunu gören halk, kendi aralarında para toplayıp tuttukları bir at arabası ile onları Ankara’ya yolcu edebilmişti! İnanılacak gibi değil elbet. Bunca yaşananlardan sonra, o döneme göre, “rüya gibi” bir olaydı bu açılış. Aslında bu meclis özelliği itibari ile “Kurucu Meclis” görevini yapmıştı. Ancak bir zamanlama dehası olan Atatürk, mücadelenin bölünmesi tehlikesine karşı bu ismi kullanmamıştı. Çünkü o zaman yeni bir devlet kurulacağı anlaşılır mücadele baltalanabilirdi!

           
Meclisin açılışına hazırlık için Atatürk’ün yayınladığı ve bugün onun kurtardığı vatan üzerinde kurduğu devletin bütün imkânlarından yararlanıp ta, utanmadan-arlanmadan ona hakaret edenlerin çamurlu yüzlerine çarpılacak değerde olan genelgesi çok muhteşemdir. Hafta boyunca bütün Türkiye sathında camilerin minarelerinden “salavatı şerifeler” getirilmesi, açılışın cuma günü yapılacak olması, açılışta kurbanlar kesilmesi, din adamlarının açılış protokolünün önünde olması, sayısız derecede “hatım indirilmesi” ve meclisin dualar ile açılması ona iftira atanların kızarmayan yüzlerindeki lekeleri arttıracak kalıcılıktadır.

           
1921 yılında, henüz işgal altında olan vatanımızda bütün imkânsızlıklara rağmen kurtuluş mücadelesi sürerken, asrın siyasi dehası Mustafa Kemal Meclise bir önerge vererek; 23 Nisan’ın “milli bayram” olmasını istiyor ve teklifi büyük bir heyecanla kabul ediliyor. 1922 yılından itibaren bu bayram kutlanmaya başlanıyor. Cumhuriyetin ilanından sonra bizzat Mustafa kemal Paşanın Cumhurbaşkanı sıfatıyla katıldığı bu törenler, “Himaye’i Eftal” kimsesiz çocukların sahipliğini yapan kurumunda çalışmaları ile çocukların öncelendiği bayram olarak görkemli bir şekilde kutlanmaya başlanıyor ve 1930 yılından itibaren de çocuk bayramı olarak kutlanıp, günümüze kadar geliyor.

           
İmparatorluğun yorgun, bitkin, asırların problemleri altında zayıflamış olmasına karşılık yeni kurulmakta olan devletin önderi, dünyada bir ilk olan ve şimdiye kadarda öyle kalan bir bayram ihdas ediyor ve onu canımızdan çok sevdiğimiz çocuklarımıza armağan ediyordu! Atatürk hiçbir şey yapmamış olsa bile sadece bu muhteşem hamlesiyle, yine dünyada ki siyaset dehaları arasında ilk sırayı alacaktı. Şimdilerde onun mirasından yararlananlar ise; her sabah çocuklarımızın; “andımız” marşı ile kıpır kıpır olan minicik yürekleri ve tertemiz olan küçücük elleri ile milletine bağlılık yeminlerini bile onlara çok gördüler.

           
Bundan 102 yıl önce kurulan “Gazi Mecliste” alınan kararların ne kadar doğru, isabetli, öngörülü ve mükemmel olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyoruz. Aynı zamanda bu 102 yıllık ihtişamın saçtığı ışıklardan gözleri rahatsız olan yarasaları da anlıyoruz. Ancak ne yapalım ki; ışık ile yarasaların bir arada yaşama şansları yoktur, biline.