Bir zamanlar, yaz tatili demek, sadece okulun kapanması değil, çocukluğun coşkuyla yeniden doğması demekti. Uzun, bitmek bilmeyen günler, yıl boyunca göremediğimiz dostlarla dolup taşardı. Yurt içinden ve dışından gelen arkadaşlarımızla buluşur, köyümüz adeta bir şenlik alanına dönüşürdü. Toprak yollar, oyunlarla yankılanır; meyve ağaçları, biz çocukların elinde her mevsim meyve verir gibi olurdu. O günlerde köy, bir cennet bahçesiydi ve bizler, bu bahçenin en neşeli çocuklarıydık.

Sonra bir heyecan daha sarardı ortalığı: Fındık zamanı. Köyün her köşesinde hummalı bir çalışma başlardı. Büyük, küçük demeden herkesin bir görevi olurdu. İşin molalarında ise oyunlar başlardı. O zamanlar köye araba öyle sık gelmezdi; bir motor sesi duyduğumuzda, kim geldiğini merakla yollara dökülürdük. Belki arabaya binme şansı bulur, en yakın durakta inmeyi büyük bir macera olarak görürdük. Bütün bunlar bizim çocukluğumuzun en güzel anılarıydı.

O yıllarda sokaklar, bizim oyun alanımızdı. Kara lastiklerin üzerinde kurduğumuz takımlarla mahalle maçları yapar, bazen kavga eder, akşama varmadan yeniden barışırdık. Hangi komşunun evine yakın oynuyorsak, o evden gelen sobada pişmiş ekmeğin kokusu burnumuzda tüterdi. Bizim için futbol topu bulmak bir nimetti; bulamadığımızda ise misket, seksek, saklambaç, ip atlama gibi oyunlarla vakit geçirirdik. Bu oyunlar, sadece birer eğlence aracı değil, aynı zamanda arkadaşlıkları pekiştiren, takım ruhunu geliştiren birer köprüydü. Mahalledeki çocuklarla küçük gruplar kurar, hep birlikte yeni yerler keşfederdik. Aileler, bu oyunların sessiz destekçileriydi; komşuluk ilişkileri, çocukların sosyal çevresini zenginleştirirdi.

Bizim çocukluğumuzda, doğanın ritmiyle uyum içinde bir hayat sürerdik. Yazın sıcak günlerinde, camilerde ve sıbyan mekteplerinde hem eğlenir hem de öğrenirdik. Yüz yüze etkileşimlerin, gerçek dostlukların kurulduğu bu dönemde, sosyal becerilerimizi oyunlar ve doğal ortamlar aracılığıyla geliştirirdik. Bu sosyal aktiviteler, sadece fiziksel ve zihinsel sağlığımıza değil, aynı zamanda ömür boyu sürecek dostlukların temelini atardı. O zamanlar bağımlılıklar yoktu, obez arkadaşımız da. Doğal sebzeler, dağ çilekleri, böğürtlenler... Hepsi bizim soframızın zenginlikleriydi. Okul sonrası ve hafta sonları, sokaklar çocuklar için birer cennetti.

Ancak şimdi, çocukları sokaklarda görmek neredeyse imkânsız hale geldi. Sokaklar, çocukların özgürce koşup oynadığı yerler olmaktan çıktı; beton yığınları, arabalar ve tehlikeler arasında sıkışıp kaldı. Artık her yer bina, her yer asfalt ve her yer, çocukların değil. Apartman daireleri, kapalı siteler, yola çok yakın binalar ve tehlikeli sürücüler, sokakları çocuklara yasakladı. Çocuklar evlere kapanıyor, camlardan dışarıyı izleyerek büyüyorlar.

Çocuk, özgürlüğe duyduğu özlemi başka yerlerde arayacak elbet. Sosyal medya, çevrimiçi oyunlar ve dijital iletişim araçları aracılığıyla, gerçek olmayan bir dünyada kendine bir yer bulacak. Oysa bizim çocukluğumuzda, toprağın sıcaklığını, rüzgarın serinliğini, derenin şırıltısını hissederdik. Şimdi ise, çocuklar bu duygulardan mahrum büyüyor.

Okulların açılmasına az kaldı. Belki de çocuklarımız için bir şeyler yapmanın zamanı geldi. Onlara doğal alanlar sunalım; kırlar, bayırlar, tabiatla iç içe programlar hazırlayalım. Toprakla, çamurla, suyla zaman geçirebilecekleri anlar oluşturalım. Fidan dikelim, çiçek yetiştirelim, birlikte hobi bahçeleri kuralım. Çocuklarımıza doğanın neşesini, özgürlüğünü, çocukluğun saflığını yeniden yaşatalım. Onları köye götürelim; çıplak ayakla dağlarda, kırlarda koşmalarına izin verelim. Biz de onlarla birlikte koşalım, çocukluğumuzun izlerini yeniden canlandıralım…