Son zamanlarda televizyon dizilerinde ve medyada Türklük olgusuna ve bilincine yönelik oldukça fazla vurgu yapıldığını görmekteyiz. Daha önce olmadığı kadar yoğun bir Türklük söylemi hakim diyebiliriz. Hatta geçmişte Türk sözcüğü ve tanımından ısrarla kaçınan Siyasal İslam referanslı kişilerin bile Türk ve Türk Milleti sözcüklerini sıkça kullandıklarını görüyoruz. Bu söylem değişikliği düşünen zihinlerde bazı sorular doğuruyor. Acaba Türklük söylem ve vurgusunun artmasının nedeni mecburiyetten kaynaklanan bir takiye mi? yoksa dünya konjonktürünün öğrettiği bir gerçek mi?
Dünyanın mevcut konjonktürüne baktığımızda önümüzdeki çağın medeniyetler ve kültürler arasında mücadelelerle geçeceği mutlak gibi görünüyor. Kültürlerin millet oluşumundaki şekillendirici rolü ve dinamiği sosyolojik bir gerçektir. Kültürlerin ön planda olduğu çağımızın savaşlarında taşıyıcı kolon millet bilinci olacaktır. Ukrayna-Rusya savaşında görüldüğü gibi milli bilincin olduğu bir toplumun bir süper güce karşı nasıl direndiği ve Suriye’de ve Irakta yaşandığı gibi milli bilincin yeterince oluşmadığı bir toplumun ordusunun hiç savaşmadan nasıl dağıldığı görünen gerçeklerdir. Dünyada ve özellikle Ortadoğu’da yaşanan savaşların bütün dünyayı saracak bir dünya savaşı ihtimalinin habercisi olduğu fikrinin tartışıldığı bir dönemden geçmekteyiz. Bu dönemde Türkiye’nin de bu savaşın içine girme ihtimali bulunmaktadır. Bu mevcut durum milleti en iyi şekilde hazırlamak ve dinamiklerini sağlamlaştırmak gereğini zorunlu hale getiriyor. Öyle anlaşılıyor ki görünen bu ihtimal ve ihtimalin getirdiği zorunluluk özellikle siyasette ve görsel medyada millet bilincine vurgu yapmayı ve tahkim etmeyi mecbur hale getiriyor. Bu mecburiyet bazı siyasilerin hiç haz etmediği halde Türk sözünü sıkça kullanmaları, dizilerde Türk vurgusunun sıkça yapılması, hatta Suriye’deki olaylarda yapılan bozkurt işaretinin her fırsatta görüntülenmesi mecburiyetini doğuruyor. Bu gelişmeler samimi olunması şartıyla milli bilinç ve reflekslerin gelişmesi açısından olumlu ve faydalıdır. Burada sorun bu eylem ve söylemlerin samimi olup olmadığı şüphesidir. Samimi ise sorun yok. Fakat daha önce Türklük ve Türklüğü besleyen kavramların küfür ve faşizm olduğunu söyleyen, ülkenin savaşta Türklerin, barışta siyasal İslamcıların ve liberallerin olduğunu düşünen çevreler dünya ahvalini görüp mecburen Türklük bilincine sarılmak gerçeği ile takiye yapıyorlar ise bu ikiyüzlü davranıştan beklenen sonuç çıkmayacaktır.
Tarih ve sosyoloji bilimleriyle sabittir ki toplumlar arasındaki mücadelede en önemli silah millet bilincinin kuvvetli olmasıdır. Millet olgusunun ve milli bilincin yüksek olduğu toplumlarda yardımlaşma ve mücadele azmi en üst düzeydedir ve en güçlü silahtır. Milleti ve milliyetçi düşünceyi savunan fikir ve dinamikler genel olarak siyasal İslam çevrelerinde İslam’a aykırı ve neredeyse küfür olarak tanımlanmaktadır. Bu olguların İslam birliğinin tahrip edilmesi amacıyla din dışı çevreler tarafından toplumun zihnine sokulduğu savunuluyor. Halbuki gerçekte durum hiç öyle değildir ve hatta tam aksi yönde olduğu söylenebilir. Bu iddialara en güzel cevabı İslam dininin en önemli referans isimlerinden biri olan ünlü İslam devlet adamı, alim ve tarihçi İbn-i Haldun’un 1377 yılında yazdığı abidevi eser Mukaddime’de bulabiliriz. Mukaddimede İbn-i Haldun şöyle demektedir: “Tek bir nesep ve asabiyet mevcut olmadıkça, savunma ve koruma faaliyetleri sadakatle ifa olunmaz. Çünkü onların şevket ve kudretleri bu sayede kuvvetlenir ve kendilerinden korkulur hale gelirler. Zira her insan, kendi asabesinden ve nesebinden olan kimselerin imdadına koşmaya daha çok önem verir. Allah’ın kullarının kalbinde yarattığı dar ve sıkışık zamanlarda hısım ve akrabanın imdadına koşma ve onlara karşı şefkatli olma duygusu insan tabiatında mevcuttur. Bu var olduklarından beri insanlarda tabii olarak mevcut olan bir temayül ve histir”. İbn-i Haldun burada kısaca millet olmanın ve milli birliğin önemini ve bu duygunun Allah’ın kullarının kalbine yerleştirdiği duygunun sonucu olduğunu zamanının terminolojisi ile çok net olarak ifade etmektedir. Bu konuda İslami kaynaklardan daha pek çok örnekler verilebilir.
Türk ve Türk Millet söylemlerine mesafeli olan çevrelerin bu olguları sıkça dillendirmeleri her şeye rağmen olumlu bir gelişmedir. Bu gelişmenin takiye olmadığını düşünmek isteriz. Bilinmelidir ki önümüzdeki yüzyılda kurulmak istenen paradigmada milli bilinci olmayan veya yetersiz olan toplumların yaşam alanı ve yeri yoktur.