Hicaz ziyayeritimizin ikinci durağı, için Medine’den Mekke’ye; tarihe, coğrafyaya ve inanca doğru yola koyulduk.
Ulaşma heyecanımız, çölün içerisinde akıp giderken, kendimizi Mekke’ye hazırlamalıydık. Biliyorduk ki herhangi bir coğrafyaya değil, inanç şehrine gidiyorduk. Çünkü Mekke, inananların dünyasını süsleyen Kabe-i Muazzama’nın ve Peygamberimizin dünyaya teşriflerinin adresi.
Dolayısıyla Mekke’nin tarihini kısaca hatırlamakta fayda var. Mekke’nin tarihi İbrahim Aleyhisselam zamanına kadar uzanır. Mekke şehri, zemzem kuyusu ve Kabe-i Muazzama etrafında tarihlenen bir şehir. Bilindiği gibi kabenin tarihi Hz. Adem ve Hz. Şit’e kadar inse de, kabenin yerinin bulunması ve yeniden inşaası Hz İbrahim ve oğlu İsmail’in katkılarıyla gerçekleşmiştir. Zira şehrin kuruluş hikayesi aynı zaman da Hz. İsmail’in hayat hikayesi gibidir. Ayrıca Mekke’nin en önemli kabilesi olan Kureyş ve onun Haşim’ i koluda Hz. İsmail’e dayanmaktadır.
Dostum Hasan Suiçmez ile Hicaz’ın tarihinde gezinirken zamanın akışını farketmedik. Beş saatlik yol hızla akmış, Mekke’ye varmışız. İnanç tarihini; Kabe-i Muazzama, Hacerül Esved, Safa, Merve, Arafat, Mina, Müzdelife ve zemzem gibi degerlerin oluşturduğu bu kent; karataşlı sıradağlar arasında kavisli bir vadide yer almış. Ama hiç kimse şehrin coğrafyasıyla ve iklimyle ilgili değil, biz de değiliz. Artık manevi büyünün içerisindeyiz.
Sabah namazını kabede yaşamak istiyoruz, kavuşma anının coşkusu müslümanların yüzüne yansımış, alan tarifsiz bir heyecanla sarsılıyor. Güneşi görmeden aydınlığı görmek gibi. Yönelişlerin en değerlisi. kutsal yöneliş, dualarla süslenip Mekke’nin inanç tarihine karışıyor. Bu bir tavaf, yani dönüş; Kurana, Peygambere, gerçeğe...
Gün ışıyınca etrafı bir gezgin gözüyle görmek istedik, neyazık ki her adım bir hayal kırıklığı. Kabe-i Muazzama devasa otellerin kuşatması altında nefessiz kalmış. Sanırsınız ki dışarıdan gelecek saldırılara karşı otellerden oluşan bir koruma kalkanı yaratılmış. Hepsi markalı ve yıldızlı. Bu görüntü kimleri mutlu ediyor acaba.
Hatırlanmalı ki; Hz. Peygamber burada, kan akıtılmasını, her türlü kötülüğü ve yanlışı haram kılmıştır. Haram kılınanlara pek dikkat edilmdiğini görmek duyarlı müslümanı kahrediyor.
Düzensizlik ve kalabalık şehrin kimliği gibi. Kabeye giden yollar hemen herzaman tıkalı. Trafik keşmekeşine ve taksicilerin tutumuna değinmek bile istemiyorum. Mekke-i Mükerreme bunları haketmiyor. İnanç yoğunluğunun etkisiyle müslümanlar, şehrin bu kimliğini pek farketmiyor ya da aldırmıyor.
Biliyoruz ki şehir, 1518 de Yavuz sultan Selim’e anahtarını göndererek bağlılığını bildirmiş. Böylece Mekke, yaklaşık dört asır osmanlı himayesinde kalmış. Haliyle hacıların osmanlı izleriyle karşılaşması kaçınılmaz. Biz de bu tarihi gerçekten yola çıkarak arayışa koyulduk. Osmanlı izlerininin peşindeyiz, çok geçmeden arayışımızın nafile turlara döndüğünü gördük. Zira izler neredeyse tamamen silinmiş, hiç elimiz değmemiş gibi.
İçimiz burkularak; Yavuz’u, I.Ahmed’i, Mimar Mehmed ağa’yı, II. Mahmud’u, Mehmet Ali Paşa’yı ve diğerlerini hatırladık. Özellikle II. Selim’in kabenin çevresinde 5 metreden yüksek bina yapılmamasını emrettiği fermanını hatırladık. Ayrıca yine sultan Selim tarafından harem-i Şerif duvarlarına bitişik evlerin ve tuvaletlerin yıktırılması emrini hatırladık.
İzlerimizi bulamamak bizi 19 ve 20 yy Mekke tarihine yöneltti. Dolayısıyla Vahhabiler’in 1805’te Mekke’ye hakim oluşlarını, Şerif Hüseyin’i ve tabi ki Lavrens’i hatırladık.
Hicaz’a gidecek hacılarımızın yetecek kadar tarih bilgisiyle tanışmaları gerekmektedir. Diyanetin ve diğer tur şirketlerinin böyle bir bilgilendirme yapma sorumlulukları vardır.
Biliyoruz ki müslümanların inanç güneşi Mekke’den doğuyor. İsteriz ki Mekke, Hz. Peygamberin emrettiği kimliğe bürünsün. Duru ve özgün!