Zamanın kıyısından geçerken bu şehre bakıyorum. Bu şehir benim doğduğum ve büyüdüğüm şehir, fakat bir türlü kararını veremiyorum. Ben mi bu şehrin için deyim yoksa bu şehir mi benim içim de. Ben bu şehrin evladı. Benim gibi bu şehirle yaşayan, bu şehri görmeden gönülde taşıyan binlercesi var. Zamanı denize, Karadeniz’e benzetiyorum. Dereler ve nehirler hep denize doğru akıp dururlar. Bu kadim şehrin göz pınarlarından akan göz yaşları gibi.
Şehir mi? Ondan yıllarca uzak kalan, Gönünde sevgisini, hasretini ve özlemini taşıyan niceleri var. Uzaktakilerin içinden nice duygular, düşer, hayaller ve zaman akar. Zamanın kıyısındaydım diyorum. Bir kez dahi bu şehrin kıyısından uzaklaşmadım.
İnsan ne kadar kendi olabilir ve ne kadar kendi kalabilirse ona göre kendi olur. Vardığım zaman anladım ki ne şehir aynıydı ne de ben. Şehir sadece bir yanılsamaydı...
Zamanla yazılanlar, okuduklarımız, geçmiş, bugün ve gelecek...
İnsan ne kadar kendi olabilirse, şehir de o kadar kendi kalabilir?
Zaman değişiyordu ruhumuzdaki kalabalıklardan uzaklaşıp tek tek şehre dönüyorlar. İnsanın sınandığı tek gerçek vardı o da kendisiydi. Fakat şehir kendi gibi kalmalıydı! Madem bizi zamanla sınayan bir dünya bu. İnsana neden tutunacak bir duvarı bırakmıyorlar. Bu kalabalıktakiler kimler, neden tanıdık kimsemiz ve zamansızlık duvarlarımız neden yok? Düşmek üzere olduğumuzda tutunduğumuz bir zamansızlık duvarı. Neden azalıyor bu şehirde Kanuni’nin, Yavuz’un ve Fatih’in ayak izleri.
Daha çocukken sokakların da heyecanla şehri dolaşırdım. Daracık sokaklarından, Arnavut kaldırımlarından ve tozlu duvarlarından geriye büyüleyen ne kaldı?
Şehrin surlarına ellerimle dokunarak şehrin tozunu alabiliriyim. Bazen kiremit kırmızısı bazense ısırgan acısı bir düş siniyordu parmak uçlarıma. Şehrin sokaklarında tarihi bir çeşmede hamsi kokulu ellerimi yıkıyorum. Karayemiş kararası, ıhlamur çiçeği, kara lahana çorbası ve taş fırında pişmiş mis gibi mısır ekmeği.
Mübareklerin kokusu insanın üzerinden silinir gider ama akıldan asla.
Horonun dik oynamadığı bu şehrin geçmişinin içinde yaşamak, Ganita’da dalga sesiyle irkilmek. Gözlerim önünden şerit gibi geçiyor Trabzon. Trabzon denince de Bedri Rami, İbrahim Cudi, Hamamızade İhsan Bey ve Üstadım İbrahim Hakkı Gündoğdu gibi bir yazar, çizer daha da niceleri. Ah Ganita ah…doğanın koynun da kuş cıvıltıları arasında sohbete dalmışken nerden bilirdim Necip Fazıla ilham kaynağı olduğunu. Doğa harikası koyu severken denizin dalgaları, büyüleyen halinle oluyorsun huzur kaynağı.
“Bilmez misin düşle uyanıklık arasındaki bocalamayı? Hiçbirini kabul etmek istemez insan... Bilmez miydin eskiden düşleri gerçekliğe çevirmeyi? Gülbaharı, Narlı bahçeyi. Arafilboyu’nu ve Erkan Ocaklı şarkılarını.
Değirmendere Zigana’dan ulaşır da denize düşler gerçeğe ulaşmaz mi? Trabzon Ayasofya’nın zincirlerini kırmasını bekleyen İstanbul Ayasofya gibi mi? Yoksa gözetleme kulesi gibi şehrin tepesinde bekleyen Boztepe gibi mi?
Gülbahar hatunun türbesinden gölgeler silinip gidiyor ve gece olanca ağırlığıyla doğudan bu şehre geliyor. Kadim şehir, tarihle birlikte kültür köşelerine ve kuytularına... Karanlığı yararak Faroz’da martı sesi bu şehrin sessizliğinin fermuarını açılıyor. Gün yavaş yavaş surlardan şehre iniyor, bulutların sessizliğinde geçecek saatleri bekliyoruz. Arnavut kaldırımları yok, Zağnos yok, Cephanelik yok, İskenderpaşa yok şehrin çeperlerindeki beton bir site içinden kararmış gökyüzüne bakıyoruz. Ve zannın kıyısında soruyorum bu şehir mi bizim içimizde biz mi bu şehrin için de?