Victor Hugo yıllar öncesinden “Yalan zekâ işidir, dürüstlük ise cesaret. Eğer zekân yetmiyor ise yalan söyleme ve cesaretini kullanıp dürüst olmayı dene” diye seslenirken,

Montaigne; ”Bir yalancı, iyi bir hafızaya sahip olmalıdır.” diye uyarıyor… ama dinleyen kim?... bizim hafızası kıt , yalanı bol somun pehlivanlarımızın yaktığı mumların şavkı, değil akşamdan sabaha, yatsıya kadar ulaşamıyor bile!..

Oysa;  gerçekler karşısında hüsrana uğrayıp bu denli refüze olmaktansa!.. sonucu hüsran olacak olan yalana hizmet yerine, doğruya ve dürüstlüğe emek verilse daha zekice olmaz mıydı?

Tabii ki bu sorular ve yanıtları sonuçta “kişiye özel” olacaktır, sosyal ahlak olarak isimlendirdiğimiz; kültürel, kişisel değerler bütününü inkâr edip, yalanına ortak arayışına kalkışmak sonuçta kişiye sosyal ahlaksızlıktan başka bir şey katmıyor…

Amacın… kandırmak, aldatmak, anı kurtarmak olması,

Kişiye anlık rahatlık sağlaması,

Daha sonrasında üstesinden gelemeyeceği bir yalan zincirine mahkum olmasından başka bir şey değil ki!..

Yalan hastalığı da denilen “mitomani” kişinin kendi içinde yarattığı yalan dünyasına, karşısındakini de inandırma çabası olup, tıbben kabul görmüş bir rahatsızlıktır. Bilimsel adı “mentioloji” olan yalan araştırmalarının ortaya koyduğu bir gerçeğe göre, “mitomani” müptelalarının bir temel çelişkisi de şudur;

Yalancılar kandırdıkları kimse tarafından “kandırılmamak” için sürekli tetikte bekler!. Burada bir tutarsızlık olduğu ortadadır. Başkalarına yalan söyleyerek kandırıp, sonrada nasıl doğruyu bekleyebiliriz? Çünkü hayatımızda her etkinin bir tepkisi vardır… Yalan dışarıya gösterdiğimiz ise de, insan gerçeğin etkilerini içinde yaşar.

 Dışarıya gösterdiğimiz olumlu yüzün arkasında yalnızca bizim sahibi olduğumuz saklı kalmış bir kötülük vardır…Kötü olanı saklı tutup, paylaşmayarak, yalan söyleyerek kötü sonuçları sadece kendimize saklamış oluruz!.. Yani yalan; acıyı kendi içimize hapsetmekten başka bir anlam ifade etmez!

Kuşkusuz acıyı içimizde hapsetmek bazen olumlu sonuçlarda verebilir. Örneğin; yapıp etmelerimizin cezasını çekerek, onu paylaşmayıp sonuçlarına katlanarak ders çıkarmayı umuyor olabiliriz!

Ancak, ne “yalanı” sevmemek, ne de “yalancıdan” nefret etmek bizi bireysel anlamda asla koruyamayacaktır, eğer yalan artık yaşam felsefesi olmuş ise yaşamın her alanında!.. ne kadar direnirsek direnelim karşımıza çıkacak ve bizim kanmamamız yeterli olmayacaktır…

Alışverişte aldanmak, bir devlet yetkilisinin yalanına tanık olmak, sevdiğimiz insan tarafından kandırılmak, sonunda bizim yaşam felsefemizi değiştirir ve inancımızı temelden sarsar…

Bu toplumsal çöküştür, yılgınlık, güven kaybı, herkese şüpheyle bakmak çok yorucu bir mutsuzluk halidir. Sorunun nereden kaynaklandığını bulup, yalana neyin sebep olduğunu öğrenmek, hayatın kalan kısmını “yalancı” olmadan yaşamak için kendimizi iyice analiz edip gereğini yerine getirmeliyiz.

Eğer tıbbi müdahale gerekiyor ise, psikolojik destek gereksinimi varsa, acilen giderilmelidir. Zira söylenen hiçbir yalan saklı kalmayacak, uzun zaman geçse de sonucu hüsran olacaktır.

“Yılandan korkmam, yalandan korktuğum kadar!” diyen şair bence hiç abartmamış, çünkü salt kendini yaralamayan, pek çok yürek yangınına da neden olan yalan olabildiğince tehlikeli ve yalancı, olabildiğince toplum düşmanı ve zararlı.

Bu yazıda, yalanın “gerçeği” değil görüşü örtmeye çalıştığını, oysa gerçeği örtmenin beyhude bir caba olduğunu ve Gerçeğin her zaman en saf biçimiyle ulaşılmayı beklediğini ifade etmeye çalıştım. Hayat yalanlar ile ilerleseydi kendimize söylediğimiz yalanlardan fayda sağlardık. Etrafımızı kuşatan yalan perdesinin ardındaki gerçeği görmek için sormak, sorgulamak ve eleştirel düşünmek gerekir. Kaf dağının ardına saklanmışçasına, gerçeğe ulaşmak için zorlu bir mücadeleyi göze almayı başarmalıyız.

Ve unutmamalıyız ki; ulaşabileceğimiz kesin bir doğru değil, ama  “ortak” bir doğru olacaktır. Çünkü doğru ve gerçek bizden bağımsız değildir. Toplumun üyelerince üzerinde uzlaşılmış şeylerdir…