Kuşkusuz Türkiye’de en belalı iş gerçeği aramak, bedeli en ağır nesne ise gerçeği dile getirmektir. Bu nedenledir ki bizde gerçekler ortalıkta “tebdili kıyafet” dolaşır hep!
Öyle ki, usta bir makyöz’ün elinden çıkmış sahne oyuncuları misali aynada kendi kendilerini bile tanıyamaz haspalarım!
Bu öylesine sorunlu bir durumdur ki, Cumhuriyetimizin kurucu babası Mustafa Kemal Atatürk; “Arkadaşlar! Birbirimize daima hakikati söyleyeceğiz. Felaket ve saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima hakikatten ayrılmayacağız. Hakikati Konuşmaktan Korkmayınız.” Diye ısrarla öğütleyip, kurucusu olduğu CHP’ye de;
“Fırkamızın sözleri herkesin hoşuna gidecek sözler değil, fakat milleti yükseltecek HAKİKATLER olacaktır.” Yönünde direktif vermiştir.
Bu öngörü ve direktif ışığında bir avuç serdengeçti, her türden alıkonma ve kapatmalara karşın hakikate ulaşma mücadelesini sürdürseler de, ne yazık ki Türkiye kamuoyu bugüne dek, ürkek ve yeteneksiz yöneticiler eliyle gerçekle beslenme olanağından özellikle yoksun bırakıldı. Diğer yandan, toplumu bilgilendirmekle ödevli resmi, yarı resmi ve özel haber organlarımızın her biri, hakikat sonrası dönem dediğimiz bir dönemin kapılarını ardına değin açarak, insanların hakikatle ilişkisini büyük ölçüde engellediler.
Bu dönemin temel özelliği hakikati bükmek oldu ve ortaya bunu çeşitli derecelerde başarı ile yapan hakikat bükücüler yarattı. Gerçi, dünyanın en özgür ülkelerinde bile her türden gerçeğin olanca yalınlığıyla kamuoyuna sunulabileceğini düşünmek bir ham hayaldir.
En elverişli koşullarda dahi türlü politik nedenler, ekonomik etkenler, kişisel beklentiler gerçekle kamuoyu arasına öylesine bir duvar örmüştür ki aşabilene aşk olsun!..
Gerçeği, yalnızca gerçeği ve gerçek bildiğini söylemek, yerine göre dünyanın en meşekkatli işi haline gelmiştir. Ancak; düşünce ve basın özgürlüğü kavramının özümsenip kabul gördüğü toplumlarda, karşı etkenler ne denli yıpratıcı olursa olsun, gerçeğin kavgasında olumlu sonuçlar almak olanağı çok kez gerçekleşmiştir.
Bizde ise; tersine, gerçeğin izini sürmek, uğruna bedeller ödemek, genellikle Donkişot vari yel değirmenleriyle savaşmaya koşut (sonu başlangıcından belli!) romantik bir nitelik olarak değerlendirilmiş. Diğer bir anlatımla gerçekçilik bir çeşit serdengeçtilik olarak karşılık bulmuştur bu topraklarda.
Karşılık bulmuştur çünkü, varsayılan özgürlüklerin çoğu kez kağıt üzerinde kalmış, konunun edebiyatını yapanlarca bile benimsenmemiş, pek çoğunca anlaşılmamış ve ne yazık ki kocaman tabelalı çoğu kurumsal yapı kendini kapı kulluğundan alıkoyamamıştır!
Her konuda ahlak dersi verenler; savunur göründükleri basın ve düşünce özgürlüğüne ihanet etmenin ahlaksızlığını, iğrenç bir umursamazlıkla geçiştirme cabası içine girmişlerdir.
Eğer Türk Ceza Yasasında kamuoyunu aldatmanın, gerçekleri ters-düz etmenin, meslek etiğine ihanet etmenin açık seçik bir cezası bulunsaydı tutukevleri ömür boyu hüküm giymiş pek çok maskeli sahtekarla dolardı.
Bugün, onca gazete, dergi, haber ajansı, TV. ve internet yayıncılığına karşın, halen söylenti ve fısıltı kamuoyunu oluşturuyorsa. bunun nedenini yıllar yılı, mangalda kül bırakmamacasına, özgürlükten, demokrasiden, haktan hukuktan, dem vurup Adalet beklentisini vicdanlara ve manşetlere taşıyan ama zoru görünce, gerdan kırıp bulundukları kabın şeklini alan, üç kâğıtçılarda aramak gerekir.
Gerçek bir demokrasi, basın ve düşünce özgürlüğü ortamı oluşup böylelerinin ipliklerinin pazara çıkacağı günlere ulaşıncaya değin, ne yazık ki kamuoyumuz güdümlü kalacaktır.
“Gerçekleri Er Geç Ortaya Çıkma Huyu Vardır.” Bu sözü ilk kullanan ışıklar içinde uyusun Erdal İnönü. Anglosakson kültüründen alarak Türkçe’ye uyarladığı bu sözün yıllar sonra magazin klişesi haline geldiğini görse ne düşünürdü acaba?
Güzel bir hafta dileklerimle.