“Merhametsiz kalpleri sana benzetirler,
Sana dilsiz sana ruhsuz dediler.
Oysa sendedir değirmendeki beste,
Seninle şekil verir ruhuna heykeltıraş.
Sana yanılır dert, sana vurulur baş.
Milyonlarca insanın, milyonlarca sene taptığı taş.
Günahkâr insanları Allah taş yaparmış,
Görmedim ama inanırım.
Hatta bir gün gelecek,
Gökten yağacaksın sanırım…”
Taş…
Şair ne kadar da güzel anlatılmış değil mi?
Şöyle bir etrafımıza baktığımızda; gökten yağma zamanı çok mu yakın ne, başımıza taş mı yağacak yoksa? Diye düşünmeden edemiyor insan.
Eylül, doyumsuz güzelliklerin adıdır. Doğa bütün renklerini canlıların üzerine bir konfeti gibi savurur.
Eylül benim için “Gökkuşağı baharıdır” bütün renkler dansa kalkar adeta. Bir de güneşin yormayan sıcağı var ya…
Bize düşen; fark etmek, değer bilmek ve korumak.
Bir eylül ayı farkındalığı yaşamak için daha önce hiç görmediğim Marmaris’e; gezginlerin anlatımıyla, eşsiz coğrafyaya yolumu düşürdüm.
Keşke düşürmez olaydım, görmez olaydım.
“Marmaris yangını” haberlerden gördüğüm kadarıyla kalsaydı belleğimde.
Denizin lacivertiyle çamın yeşilinin buluştuğu o büyülü dünya, nasıl da kömür karasına dönüşmüş.
Nasıl da is kokusu, çam ve iyot kokusunun üzerine çökmüş.
Yana yana küle dönmek bu olsa gerek. O nazarlık koylar, Azrail’in gölgesiyle kuşatılmış adeta. Hayalet bir dünyanın derinliklerine dalmışız hissi yakıp geçiyor beni.
Taş yüreklilerin eli ateş, bunu anladık, ya duyarsızların?
Yoksa “Taş yürekliler” ülkesine mi dönüyoruz hızla!
Koylar arasından kıvrıla kıvrıla Söğüt Köyü’ne vardık.
Oda ne; küçük, sakin ve şirin bir kıyı köyü. Şimdilik yangınla tanışmamış. Bir ya da iki katlı doğaya uyumlu evler, denize çevirmişler kıblelerini.
Köyün yaygın ulaşım ağının dışında kalması, daha az bozularak günümüze ulaşmasını sağlamış.
Artık farkındayız ki; bilinirlik, ulaşım, insan ve rant bir aradaysa; sonuç kaçınılmaz olarak ölüm.
Ne yazık ki Söğüt’te de; zeytinliklere ve kıyıya inat, yeni bir yapılaşma atağının izleri net bir şekilde görünüyor. Kontrol ve duyarlılık devre dışı kalırsa, korkarım ki Söğüt için de “Fatiha” aşamasına gelinir.
Adıyla özdeşleşmiş bir işletmeyle karşılaştık; Lebi Derya.
Derya & Fahri çiftinin aile pansiyonu. Çok temiz, çok sakin ve çok şirin. Kutluyorum. Umarım aynı özenle sürdürürler.
Çevreyi tanıma gezilerim sırasında bu coğrafyanın son köyü Taşlıca ile tanıştım.
Taşlıca, kırsallığın göbeğinde tam anlamıyla taştan bir köy.
Köy; ziyaretine gelenleri, yılkı eşekleri ve yılkı sığırlarıyla karşılıyor adeta. Yılkı atlarını bilirdik de; yılkı eşekleri! Hele, hele yılkı sığırları inanılır gibi değil…
Köylüler sığırlarını dört ay doğaya bırakıyorlar, zaten ahır gibi üstü kapalı sığır barınma alanları da yok. Eşekleri de iş zamanı kullanıyorlar. Sonra doğaya, Taşlıca’nın dağlarına…
Ya Taşlıca insanı…
Bir köy düşünün ki; çoktandır unuttuğumuz, hoş geldiniz nezaketini köylüsünün hem diline hem davranışlarına yerleştirmiş olsun. Adını taştan, gönüllerini naiflikten almış olsunlar.
Böyle bir köy Taşlıca, nesli tükenmekte olan bir Anadolu köyü. Hikâyelere konu olabilecek özgün bir “Yörük/Türkmen köyü.” İsmine inat; yumuşak huylu güler yüzlü insanların köyü.
Umarım yüreklerini taşlanma tehlikesine karşı koruyabilirler ve umarım bozulmadan kimliklerini sürdürebilirler.
“Taşlardır beka, taşlardır ebediyet…
Taştan başka tarihe ne bırakmış ki medeniyet.
Bir gün uzanırsın boylu boyunca musalla taşına,
Yine bir taş dikerler başına…”
O halde “Taş yürekli” olmaya ne hacet!