“Takva nedir ya Ubey?”
“–Hiç dikenli bir yolda yürüdün mü?
“–Evet, yürüdüm.”
“–Peki, ne yaptın?”
“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.”
“–İşte takvâ budur.”
Ashab-ı Kiram zaman zaman kendi aralarında dini meseleleri müzakere eder birbirlerine dini hakikatleri hatırlatmanın gayreti içinde olurlardı. İşte bu anlayışın güzel bir örneği olan ve Hz Ömer ile Ubey b. Kab arasında geçen bu diyalog da bir müslümanın hayatının her alanına yön verecek bir kavramın; “takva”nın tarifini vermektedir bize.
Takva, vikaye kökünden türeyen bir kelime olarak esas itibariyle “her hangi bir şeyi kendisine zarar verecek şeylerden korumaktır.” Bu manadan hareketle dini ıstılah olarak takva, “kişinin itaatte bulunarak kendini Allah’ın himayesine bırakması ve bu suretle ahirette zarar ve elem verecek şeylerden kendisini koruması” şeklinde tarif edilmiştir. Takva, insanı Allah’tan uzaklaştıracak şeylerden uzak durmaktır. Takva, nefsin arzularını terk etmek ve Allah’tan korkarak günahlardan ve Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınmak, O’nun emir ve yasaklarına uyma hususunda titizlik göstermek ve hassas davranmaktır. Tüm bu tariflerin ortak noktası müminin Allah’ın emir ve yasaklarına uyma konusunda titizlik göstermesi, yaşantısının her safhasında ölçülü ve tutarlı, dini hükümler karşısında duyarlı olmasıdır.
Takva, Rabbimizin rızasını diri tutma bilinci, sevgisine talip olma arzusu, O’nun hoşnutluğunu kaybetme kaygısıdır. Sorumluluklarımızın idrakinde bir ömür geçirme gayretidir. Takvalı olmak, tıpkı dikenli bir yolda yürürken vücudumuzun zarar görmemesi için gösterdiğimiz hassasiyete benzer. Böyle bir yolda bedenimizin zarar görmemesi için hassas davrandığımız gibi hayatımızda da günah ve haramlara bulaşmamak için dikkatli ve rikkatli oluşumuzun adıdır takva.
Takvanın en güzel tariflerinden birisi de Hz. Ali Efendimize aittir. O’nun tarifine göre takva;
“El’havfu mine’l Celîl,
Ve’l-amelu bittenzîl,
Ver-rıza bi’l galîl,
Ve’l-isti’dâdü li yevmir-rahîl”
Celil olan Allah’tan korkmak, Onun indirdiği Kur’an ile amel etmek, Onun mümin için takdir ettiği imkanlar az bile olsa isyan etmeden Allah’ın takdirine razı olmak ve yolculuk gününe hazırlık yapmaktır.
Öte yandan bütün peygamberler kavimlerini Allah’a gereği gibi kul olmaya ve ondan sakınmaya davet etmişlerdir.
“Hani Kardeşleri Nuh onlara Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Ben buna karşılık sizden herhangi bir karşılık istemiyorum. demişti.” (Şuara 26/106) Bu ayetler aynı surede Hud, Salih, Lut ve Şuayb peygamberlerin isimleri ve onların kavimleri zikredilerek tekrarlanır. Bu da bize göstermektedir ki bütün peygamberlerin ana gayesi insanların Allah’ı gereği gibi tanımalarını temin etmek ve O’na, O’nun şanına yaraşır şekilde kulluk etmelerini sağlamak olmuştur.
Takvanın ilk derecesi, İslam’ın özü olan kelime-i tevhiddir. Yani “Allah’tan başka ilah yoktur, Hz. Muhammed, Allah’ın Rasûlüdür.” demektir. Takva sahibi her mümin, bu sözü kalp ile tasdik dil ile ikrar eder. Kendisini yoktan var eden Rabbine, dinini öğreten Peygamberine gönülden iman eder. Allah ve Resûlünü herkesten ve her şeyden daha çok sever.
Takvanın ikinci derecesi Allah ve Rasûlüne itaattir. Kur’an-ı Kerim’de buyrulduğu üzere, Allah katında en değerli olan, O’na itaatsizlikten en çok sakınandır. İtaat, takva elbisesine bürünmekle olur. Takvayı kuşanan mümin, İslam’ın bütün gereklerini yerine getirme azmindedir; namazını huşû içinde ve dosdoğru kılar, kendisine verilen rızıktan Allah yolunda harcar. Adaleti ayakta tutar, verdiği söze riayet eder. Kul ve kamu hakkını gözetir. Anne babasına, akraba ve komşusuna, tanıdığına ve tanımadığına iyi davranır. Kazancının helal ve temiz olmasına dikkat eder. Elini, dilini, gözünü ve gönlünü hep Allah’ın razı olacağı işlerde kullanır.
Takvanın zirvesi ise kalbimizden mâsivâyı yani Allah’tan gayrısını söküp atmaktır. Resûl-i Ekrem (s.a.s) eliyle göğsünü işaret ederek üç defa, “İşte takva buradadır.” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 32) Takva ehli mümin, kalbini kirleten kötü duygulardan, fena huylardan, kaba davranışlardan sakınır. Böyle bir mümin, kalbi karartan büyük günahları işlemeyi, küçük günahlarda ısrar etmeyi ateşten bir kor parçası olarak gördüğü gibi, helal olan şeylere dahi gönlünü kaptırarak ahireti unutup dünyayı birincil gaye haline getirmekten uzak durmaya gayret eder. Bu nimetlerin, bu dünyanın faydalanılacak bir metaı olarak kendisine verildiğinin bilinciyle, onları kalbine yerleştirmeden onlardan istifade eder.