Tam da La Fontaine’in kurnaz tilki, aptal karga öyküsüne denk düşen…

 “ Mağdurum da mağdurum!..”  hezeyanıyla seslendirilip,

 Debdebeli lüküs hayat!  projeleriyle donatılmış bir garip öykü bizimkisi…

Gerilen sinirler…

Giderek ayrışan toplumsal doku…

Tarafların her geçen gün biraz daha sivriltilmiş uçlara savruluşu!,

Yurttaşlarımızın  birbirine kinlendiği ve medya karartmaları nedeniyle geçmişinden utandırılan gelecek umudunu yitirmiş, ereksiz  insanlar topluluğu …

Özlenen ve özendirilen, üstlenilen  görev bu mudur?…

Bu siyah-beyaz ortamında, diğer renkleri özellikle de grileri dillendirenlerin lanetlendiği, yalanın ve riyanın başköşeye kurulduğu, her an yeni bir çatışmaya açık bu ortamda pişkince nostalji de yapılmıyor değil hani!..

TV ekranlarında izlenme rekorları kıran dizilerin pişkin senaristleri, kabuk bağlamış yaralarımıza acımasızca yeniden tuz basıp, işverenlerinin portföylerinde özenle sakladıkları “ katı güvenlikçi “ politikalar adına “algı “ operasyonu yaparken,  diğer yandan, insan ruhunda 21. Yüzyıla özgü yeni bir işkence metodu geliştirmekte bir beis görmüyorlar!..

 Zaman unutkandır deyip, aslında unutmayanların da unutkanlığa yattığı bu yabanıl süreçte!  Yitirdiklerinin acısını yüreklerinde her an canlı tutup “ Unutursak eğer kalbimiz kurusun…” diyenlerin sesleri kısılmak isteniyor.

Madem ki tarih tekerrür eder deyip, yeniden kuzu postuna bürünüyor günümüz mağrurları!.. Ben de bu vesileyle tarihin tozlu raflarından bir anıyı halkımla paylaşıp, baskı ve şiddeti kader diye yutturulma talebine ayna tutmayı, bir önemli toplumsal ödev olarak üstleniyorum;

Bahar güneşinin doğayı gelinlik kızlar gibi süslediği bir Nisan günüydü…

İktidarın meclis çoğunluğuna güvenerek anti-demokratik kararlar alıp, siyasetçilerden oluşan düzmece mahkemeler kurup, halkı cephelere ayırması… infiale neden olmuş, hükümet yurdun her yanında protesto ediliyordu.

İstanbul Üniversitesi de bu bağlamda, Rektör Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami ONAR başta olmak üzere, öğretim üyeleri ve öğrenciler, yurdun dört bir yanından yükselen bu demokratik itiraza ses vermek amacıyla Beyazıt’taki üniversitenin bahçesinde toplanmışlardı.

İşte ne olduysa o gün orada oldu!..

Rektörlüğün hiçbir çağrıda bulunmamasına karşın, polisler üniversite bahçesini bastı. (*)

Hukukun uygulayıcısı olmak yerine, iktidarın kanunsuz emrine uymayı yeğleyenler!..

“Sizi çağıran olmadığı halde niçin geldiniz?” diyen dünyaca saygın hukuk bilgini Sıddık Sami Onar’ı suratına indirdiği bir yumrukla yere serdiler…

Yüzlerce hukukçu yetiştirmiş yaşlı bilim adamı, ulu bir çınar gibi yere devrilmişti.

Tavırlarıyla halkın polisi olmaktan öte, “gestapo”yu çağrıştıran dayakçı polis şefi, zafer kazanmış bir komutan edasıyla diğer amirlere dönüp

“Gördünüz mü, koskoca rektörü bir tokatla İSKAMBİL KAĞIDI gibi nasıl da devirdim” diye hayâsızca öykünebiliyordu…

Bilim insanlarının iskambil kağıdına benzetilerek yerlerde sürüklenmesiyle Türkiye’yi 27 Mayıs’a getiren süreç hızlanmış…

Üniversite tarihinde ilk kez gençlik-kolluk karşı karşıya getirilmişti. Kolluğun Üniversite gençliğine acımasızca silah kullandığı o kara gün, tarihe “28 Nisan Olayları” başlığıyla geçip kara bir sayfa açtı.

Polis şefine gelince… O, kendisiyle birlikte, verdiği kanunsuz emre uyarak, silahlarını  gençliğe doğrultan arkadaşlarıyla sanık sandalyesine oturtulup, fotoğraflara yansıyan şimdikileri hatırlatan sözde aldatılmış- mazlum portresiyle anılarda silik kara birer leke olarak yer aldılar.

(*) Sevgili okurlar… Bir zamanlar bizim Üniversitelerimiz de, tüm ileri demokrasilerde olduğu gibi, Özerk’ti ve sahte demokratların ardına saklanacağı YÖK’leri daha doğmamıştı!