Nefeslerim birbirini kovalarken gökyüzüne dikiyorum gözlerimi.

Can kırıklarım ruhumun en can alıcı yerlerini keserken nefesim tekliyor.

Fiziksel acıdan daha kötü bu yaşadığım.

Sessizce attığım yardım çığlıklarımı duyacak kimsenin var olmayışı mı daha üzücü bilemiyorum.

Aciz bir haldeyim.

Battığım çukurdan debelenerek kurtulmaya çalışıyor ancak bir o kadar daha batıyorum.

Ayaklarıma ellerimle taktığım prangaların ağırlığı beni daha fazla aşağıya çekiyor.

Öyle bir an geliyor ki hayatıma çiçekler takıldığını zannederken sarmaşıkların sardığını fark ediyorum.

Başkalarının hayatına sunduğum güllerin bana sarmaşık olarak gelip yapıştığını görüyorum.

Elim kolum bağlı öylece sürükleniyorum hayatın içinde bir yaprak misali.

Sonbaharda evim olarak gördüğüm ağcımdan döne döne yere düşüyorum.

Şimdi evim diyebileceğim bir yerim kalmadı. İnsan evi olmadığı zaman anlıyor hayatın alıp gittiklerinin verdiği ağır boşluğu ve bıraktığı koca yaraları.

Gözlerinden akan yaşı elinin tersi ile silip bir şey yokmuş gibi devam ettiği zaman anlıyor insan olmanın zorluğunu.

Ölmeden ölmeyi yaşamının bir noktasında illaki tecrübe ediyor.

Bir insan kaç defa kefeni üzerinden atıp, tabutundan çıkıp yeniden yaşamaya başlıyor.

İlk darbede elbette kimse yıkılmaz ancak son darbenin vereceği hazin sondan da kaçamaz.

Ömrümüz hazin sonlardan kaçmak için harcıyoruz. Vakti geldiğinde ise eski bir dost gibi kucaklıyoruz.

Elbette yine de yaşıyoruz.

Can kırıklarımız ne kadar ruhumuzun çocuk yanlarını keserse kessin inatla ayağa kalkıyoruz.

Yaşamak için hayatın içinden umutlar bulup onlara tutunuyoruz.

Evimizi kaybedip başka evlere sığınıyoruz.

İnsanız neticede yaşayacağımız kısacık ömrümüze her türlü duyguyu sığdırıyoruz.