Merhaba sevgili okur!

Bu hafta sizinle yaşamımızı donatan ve kutsal saydığım mücadelecilikle ilgili iki ayrı yaklaşımdan mütevellit bir paylaşım sunacağım. ‘İnat da bir murattır’ der eskiler. Bu cümleden hareketle yaşantımızda karşılaştığımız bizi zorlayan insanlar, olaylar hedeflerimize ulaşmada bazen gerçekten engel olur, bazen de sadece engel teşkil eder ama inat eden muradına ulaşırmış.

Bizi keyifsiz kılan ve hayatın anlamını sorgulamaya varan bir garip duyguya bürünür insan bazen. Belki varoluşsal sancılar olanı biteni ta Adem’den bu yana düşünmeye, sorgulamaya iter. Şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki yaşadıklarımız bu gök kubbe altında ne ilk bizimle başlar ne bizimle bitecektir. Her acının ve sevincin kendi kalbinin şeklinde yaşanacağını, her duygunun kişinin nev-i şahsına münhasır olduğunu bilirim. Amenna! Ama şunu da bilirim ki yaşadığımız her şeyin bizden önce bir benzeri mutlaka vardır.  Bizden sonra da yaşanmaya farklı isimler, farklı zamanlar, farklı mekânlarda tekrarlanmaya devam edecektir. Belki yaraya merhem olmaz ama böyle durumlarda okumak, incelemek en güzel rahatlama, akıl alma ve çözüm bulma yöntemidir fikrimce. Çünkü filozoflar, yazarlar düşünmüşler, konuşmuşlar, yazıp çizmişler pek çok konuda. İnsan olaya değil, olguya odaklı olunca genel fotoğrafı daha net kavrıyor, yapbozun bir parçasına takılı kalmıyor. Dünya tarihine bakınca sayfalarca anlatılanları görürüz. Bütün bunları bir kenara bırakalım da şimdi, kısa bir hikâye ile devam edelim. Bakarsınız bu kısa hikâyenin çok derin ve içselleştirilmiş bir etkisi olur. Kim bilir?

Hikâyemizin kahramanı Sisifos adında ölümlülerin en bilgesi olduğuna inanılan bir insandır. Homerus bu ismi sophos (bilge) sözcüğüyle ilişkilendirir. Sisifos Zeus’un gazabına uğramıştır hikâyenin sonunda. Gelelim hadiseye:

          Hikâye o ki; Irmak tanrısı Asopos’un kızı kaybolur bir gün. Asopos ne kadar arasa da bulamaz kızını. Daha sonra olayın aslını bilen Sisifos gidip bu tanrıya “Ben biliyorum senin kıza ne olduğunu. Bir şartla söylerim ancak.” der. Sisifos’un da mütevazı bir krallığı vardır o sıra. Krallığına bir ırmak bahşetmesini ister Asopos’tan. Karşılığında da kızını Zeus’un kaçırdığını söyler. Zeus bu durumu Sisifos’un Asopos’a ulaştırdığını öğrenir,  bu ihanet karşısında çok sinirlenir. Ölüm tanrısı Thanatos’u gönderir Sisifos’u cezalandırması yani canını alması için. Ancak Sisifos ölümlüler içindeki güçlü, yaman bir delikanlıdır, zincire vurur ölümün ta kendisini. Hal böyle olunca kimse ölmez olur. Zincire vurulan Thanatos'u;  özgürlüğüne kavuşturmak için Zeus müdahale etmek zorunda kalır. Ölüler ülkesine götürülen Sisifos kaderine katlanmak istemez.  Ancak akıl oyunlarında, entrikalarda bir numara olan Sisifos ölmeden önce, karısına kendisi öldüğü zaman adet olduğu üzere yapılan tanrılara kurban sunumunu yapmamasını söylemiştir. Söylemiştir de amacı başkadır. Sisifos, Yeraltı Dünyası’nda karısının onu ihmal ettiğinden yakınır ve Yeraltı Kraliçesi Persephone’yi (diğer ismiyle Hades’i) kandırarak, karısının görevlerini yerine getirmesini istemek için dünyaya dönmesine izin vermesi konusunda ikna eder. Kandırır bir anlamda. Neden mi?  Sisifos tekrar ülkesi Korint’e varınca, bu seferde de yeraltına geri dönmeyi reddeder.

Gün gelir, Sisifos yaşlanır. Eski mecali kalmamıştır, kaçamaz tanrılardan daha fazla. İşte o zaman Zeus ona cezasını vermeye hazırdır. Dimdik bir dağın eteğine bırakır Sisifos’u Zeus. Kocaman da bir kaya koyar önüne. “Bu kayayı bu dağın tepesine çıkaracaksın” der. Çıkarır Sisifos kayayı çıkarmasına. Ama en tepeye gittiğinde kaya hep geri düşer. Sonsuza dek bu şekilde lanetlenmiştir Sisifos. Bu cezanın anlamsız veya bitmek tükenmek bilmeyen işler veya bilginin peşinde boşa çaba harcayan bir insanı sembolize ettiği kabul edilir ve İngilizce Sisyphean olarak tanımlanır.

Böyledir Sisifos’un hikâyesi. Bir Prometheus değildir elbet fikrimce. Ama kendisi de bahtsız olduğu kadar mücadeleciliğin simgesi bir karakterdir. Lakin bu hikâyeden de çıkarılacak birtakım önemli dersler vardır.

20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından biri olan Albert Camus’yu çok etkilemiştir bu hikâye. Öyle ki, Türkçe’ye “Sisifos Söyleni” adıyla çevrilen bir kitap dahi yazmıştır. Saçmayı ve uyumsuzu anlatan Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisyphe), Camus’nün II. Dünya Savaşı ortasında 1942 yılında yayımladığı deneme kitabıdır. Bir noktaya kadar aynı kanaatte olduğum Albert Camus’ya göre Sisifos bir kahramandır. Der ki Camus: “İnsan, anlamsızlığına ve tüm baskılarına karşın yaşamı yenmek zorundadır.”  Burada insanın anlamsız olduğu düşüncesine asla katılmıyorum.  Katıldığım kısım ise insan her zaman ümitvar ve mücadeleci olmalı, karşısına çıkan olumsuzluklardan yılmamalı. Sisifos her seferinde kayanın düşüşünü izler. Daha sonra başına gelecekleri bilmesine rağmen aşağı iner ve tekrar taşımaya başlar. Bu hikâyede belki bir cezadır o taşı dağın tepesine her seferinde taşımak ama Sisifos’un mücadelesi bir başkaldırıdır. Camus, bu durumdan Sisifos’un mutlu olduğunu söyler. Çünkü her ne olursa olsun direnir, inat eder ve bu hareketin bizatihi kendisi zaferdir. Ne zaman olacağı belirsiz bir kurtuluş umuduna bel bağlamak yerine, bu işkencenin sonsuza kadar süreceği gerçeğiyle yüzleşen ve bu kaderini kabul edip direnen defalarca aşağı inerek taşı tekrar yukarı çıkartmaya başlayan Sisifos (Sisyphus), bir kahramandır artık. Camus’a göre Sisifos’un mutluluk sebebi boyun eğmeyişindedir. Sisifos yaptığı şeyi benimser ve bundan keyif almayı seçer. Sisifos artık mutludur. Günlük yaşamımızda da yaşanılan bazı şeyler anlamsız, boş ve “cezalandırma” gibi gelebilir. Temrinlerin gündelik yaşamınızı anlamsızlaştırmakta olduğunu düşünüyorsanız karanlığa küfretmek yerine ışığı bulabilme ümidiyle yürümeye başlamalısınız.

“Absürdist” olarak tanımlar kendini Albert Camus. Varoluşçu değildir. Sisifos hakkındaki görüşleri de hayata bakış açısını özetler bir noktada. Aslına bakarsanız, hepimiz Sisifos’uz özümüzde.  Hepimizin kendi dünyası içinde taşıması gereken ve burada bir imge olarak verilen bir kayası, kayaları vardır. Asıl mesele yaşadığımız şeylerin bize bir ceza mı, lanet mi yoksa sonucu değiştirme ümidiyle girişilen bir mücadele midir? Hangi bakış açısıyla yaklaşıp değerlendiriyoruz? Yaşam dediğiniz şey bitmek bilmeyen sorunların üstesinden gelme sanatıdır. Şu da bir gerçek ki sonucunu bildiğimiz direniş mücadele değildir, mücadele olması için yaşantımızda bizi olumsuzluklardan kurtarmalı, bir yenileşmeye ya da çözüme odaklı yöntemler içermelidir. Yoksa kelimenin tam manasıyla doğru bir tespittir ki düşeceğini bile bile her defasında o kayayı tepeye çıkarması boş ve anlamsız bir çabadan ibaret olur.

Camus’nun dediği şekilde, hayatın absürtlüğünü kavrayıp, benimsemek ve hayatımıza devam etmek en güzel yaklaşımdır. Başka bir yol yoktur çünkü. Çok rahatlıkla kapılabilir insan yanılgıya, mutsuz olmayı seçebilir. Akıl bulunduğu her konuma uyumlanma yeteneğidir bana göre ve akıllı insan mutsuzlukla karşılaşabilir ama mutsuzluğu seçmez.

Carl Gustav Jung, ‘Keşfedilmemiş Benlik’  adlı eserinde güzel bir tesbitte bulunur. Der ki; 'Tüm akıl hastalıklarının temelinde, meşru acıları yaşamayı reddetmek yatar.' Ya mutsuz olup meşru acıları ret ederek toplumun sizi ötelediği bir sınıfa geçeceksiniz ya da hayatın bütün absürtlüğüne rağmen olanı kabul edip gülüp geçerken oyunu usulüne uygun oynayacaksınız.

Bütün bunları paylaşmışken aklıma Kemal Sunal’ın Kılıbık adlı filmi geldi. Senaryosunu Osman Seden’in yazdığı Uğur İnan tarafından yönetilen 1983 yapımı Türk komedi filmi Kılıbık sinema tarihinin kült filmlerinden biridir verdiği mesajlarla. Filmin başrollerini Kemal Sunal ve Nevra Serezli paylaşırlar. Yeşilçam'ın komedi filmlerinden biri olan Kılıbık filmi karısının sözünden çıkamayan Kamil isimli bir babanın ailesi için gösterdiği çabayı mizah yolu ile anlatan bir film. Kısaca konusuna değinmek istiyorum. Kamil'in hayatı evi ve eşinden ibarettir. İşinden evine, evinden işine gidip geldiği rutin hayatında, karısı ne derse onu harfiyen yerine getirmektedir. Geçimini zor sağlayan Kamil, ev kirasını ödeyemez hale gelince kapının önüne konulmakla tehdit edilir. Ev sahibi Müslüm, Kamil'i evden çıkarmak için uğraşsa da bir türlü bunu başaramaz. Sadece karısı tarafından değil, çevresindeki insanlar tarafından da hor görülen Kamil'in hayatı, bir yanlış anlaşılma sonucu bambaşka bir hal alır. Kamil, yanlışlık sonucu Karabela isminde bir katil olarak tanınmaya başlar. Bu durumun duyulmasıyla da insanların Kamil'e artık başka bir gözle bakmasına neden olur. Karısı dahil mahalledekiler tarafından saygıyla karşılanan Kamil'in bu şaşalı dönemi uzun sürmez. İnsanların Kamil'e nasıl davrandığını gördükten sonra Karabela'nın ortaya çıkması, Kamil'in eski günlerine dönmesine neden olur. Ancak bir gün oğlunun dayak yediğini öğrenen Kamil, bunun bedelini ödetmek için harekete geçtiğinde yeniden kahraman ilan edilir.

Filmdeki şu sahne başına gelen felaket karşısında takındığı tutum açısından düşündürücüdür. Ev sahibi Müslüm Kamil’i ve ailesini evden atmak için türlü entrikalar çevirir. Hatta üst katı bir müsabaka için hazırlanan bir ekibe kiralar güya. Folklor ekibi davulla zurnayla günün başka saati çuvala girmişçesine gece yarısı yarışmaya hazırlanırlar. İzleyen herkesin hatırlayacağını düşünüyorum o sahneyi. Karısı ve Kamil o davul sesi ile birden gece vakti uyanırlar. Karısı sinirden çıldırır ve bir çözüm bulması için Kamil’i üst kata gönderir. Kamil üst kata geldiğinde bir an için ekip durur ne olduğunu konuşurlar. Karısı sesin kesilmesinden memnundur durumu tam merak eder ki davul zurna tekrar başlamıştır. Davul çalmaya ekip oynamaya başladığında Kılıbık Kamil de ekibe katılır. Karısı üst kata geldiğinde Kamil’in ekiple oynadığını görünce sinir krizi geçirir doğal olarak. Bu noktada başına gelen felaketi iki şekilde karşılayan iki karakterdir onlar. İki yol iki tercih karar sizin!

Velhasıl kelam, taşıyın efendim kendi ömrünüzün kayalarını. Taşıyın ama ne gelirse gelsin başınıza umutsuzluğa kapılmayın keyif alın hayatın absürtlüğünden. Mutlu olmayı seçin. Başkası sizin yerinize seçemez çünkü. Tıpkı kimsenin Sisifos’un nasıl hissedeceğini, Kamil’in ne tepki vereceğini seçemediği gibi.

Mutlu bir hafta sonu diliyorum.

Esenlikle…