1967’lerin sonlarıydı kazara kaza olan köyden bozma şehirde yedek subaylığımı yapıyordum.
Bir gün görevli olarak bir komşu ilçeye gitmem emredilmişti.
Askerlik bu ya, emir demiri kesiyordu. Sabahın erken saatlerinde şöförüm ile birlikte yola koyulduk.
Neden sonra yan taraftaki bir köyden anormal sesler duymaya başladım. Bağrışmalar, ağlaşmalar, arasında alkışlar...
Yolda rastladığım bir keçi çobanına bu seslerin nedenini sordum:
“Hiç kendini bilmez bir ırgat ağaya karşı geldi de ağa onu terbiye ediyi” dedi..
‘Bu nasıl terbiye’ diye sordum.
“Bizde töre budur” dedi.
Bir an düşündüm? Ne olursa olsun bu köye gitmeliydim.
Görevim değildi, ama müdahale etme gereğini duydum.
Gördüğüm manzara korkunçtu;
Köy meydanına toplanan halk, toz toprak içinde yerde kıvranan otuzbeş kırk yaşlarında bir adam, ağa tarafından kocaman bir kavak dalı ile dövülüyordu.
Ağanın ıslık çalan sopasını havada yakaladım. Meydan susmuştu. Halk olan biteni anlamaya çalışıyordu.
Acaba köy asker tarafından kuşatılmış mıydı? Tek güvencem, yedek subaylara verilen sten tabancamdı.
Bir de askerim vardı. Ne oluyor diye bağırdığımı hatırlamıyorum...
Ağa şaşırmıştı, “Töre bu komutan, sen karışma” dedi.
“Hey sizin törenize” diyecek oldum. Diyemedim. Toz, toprak içinde ayağa kalkan gariban ayaklarıma sarıldı.
Yüzü gözü kan içinde kalmıştı.
Ne zaman “DEMOKRASİ” palavraları dinlesem aklıma bu olay geliyor.
İşte iki sözcük: Garibanın töresi güçlünün demokrasisi...