Yetmişli yılların sonlarıydı.
Siyasi dönemin en tehlikeli yılları..
Zevkle, şevkle çalıştığım Beşikdüzü Öğretmen Lisesi’nden ışınlandım:
Kahramanmaraş’ın Pazarcık Lisesi’ne.
Türk bayrağının dalgalandığı her yer benim için kutsaldı.
Siyasi iktidar tarafkir bir tutum içindeydi.
Siyasi nedenlerle sürülmüştüm.
Ben buna karşı senaryosunu yazdığım “DIMIDAN” adlı eserim TRT’de oynamaya devam ediyordu.
Bu çelişkiyi dile getirerek Danıştay’a dava açtım ve kazandım.
O akşam 12 Eylül İhtilali olmuştu.
Eski görev yerime dönme ümitlerim  tamamen suya düşmüştü.
Yeni dönem benim için tam bir kabustu.
Evim her akşam taciz altındaydı. Sabahın köründe uykusuz gözlerle okulun yolunu tutardım. Tek tesellim öğrencilerimdi.
Onları çok seviyordum .
Bir sabah -ilk ders saatinde- sınıfımla beraber tutuklanmıştık.
Öğrencilerimle birlikte kitaplarımız, defterlerimiz de tutukluydu.
Belki de dünya üzerinde bir ilk yaşanıyordu.
Hala anlamakta zorluk çekiyorum:
Elli iki kişi ufacık bir odunluğa nasıl sığmıştık.
Bu fizik kanunlarına aykırıydı.
Sınıfımızın 25 öğrencisi kızdı. Yetişkin çocuklar..
Üç gün, üç gece tüm ihtiyaçlarımızı bir birimizin üstüne yaptık.
Bu insanlık dışı bir olaydı. Biliyorum, bunu yaşamayanların inanması çok zor.
Güya, Atatürk karşıtı biriymişim.
İsimsiz bir ihbar mektubu yüzünden tutuklanmışız.
Üçüncü gün akşamı ifademi aldılar. İki tane sivil binbaşı gelmişti.
Birisi Maçkalıymış.
Hemşehri himmetiyle ifade sırasında oturmama izin verdiler.
Ama ben oturamadım? Yüce kitabımız ölünün arkasından iyi şeyler söyleyiniz buyuruyor. Buna inanıyorum
Bir haftadır şunu düşünüyorum:
Acaba Evren’in cenaze töreninde ben de bulunsaydım imam efendinin “Hakkınızı helal ediyor musunuz” sorusuna nasıl yanıt verirdim.
Dilden söylesem bile, kalben “EDİYORUM” diyemezdim.
Çünkü; 90 yaşındaki dedenin sırtına kendi oğlunu bindirip e..k gibi koşturan yöneticileri gözlerimle gördüm.
Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmadı. Kimseye kalmaz..