Çağlar sürmüş aydınlattığım gölgeler. Ellerinde meşaleler ile Ahmet Yeseviler, Şahi Nakşibendiler, Maturidiler gelmiş-geçmiş dünyamdan, almışım nasihatlerini baş üstü yapmışım. Yunuslar, Mevlanalar, Hacı Bektaşi Veliler, Takiyyüddin efendiler ile Somuncu Babalar, Pir Sultan Abdallar, Köroğlu, Dadaloğlu ile aydınlatmışım coğrafyaları. Kimse dizgin vuramamış atıma. Asya'dan kopup Avrupa'ya koşmuşum, olabildiğince! 

Yiğitlik ve merhametimle el uzatmışım acizlere, haksızlığa uğrayanlara, garip gurabaya, fakir fukaraya. Diz çökmüş önümde kötülüklerin kralları, merhamet dilencisi olmuşlar kılıcımın keskinliği önünde. Aman dileyene ferman yoktur diye bağışladıklarımın ihanetine uğramış, yine de pişman olmamışım merhamet göstermeye. Gün gelmiş kendi askerlerince topa tutulan rasathanemin ışıkları söndürülmüş, gün gelmiş, kendi elbiselerimi giymiş ancak ruhumu taşımayanların ihanetine uğramışım. Devletine zeval gelmesin diye, aç kalmış, açıkta kalmış, yine de kimselere şikayette bulunma tenezzülünde bulunmamışım! Yetmemiş devletimin bütün bürokratik kadroları benden görünüp bana benzemeyenlerle doldurulmuş! İşin kaymağını-kuymağını onlar yemiş, ben yediklerine bakarak sabretmişim, şükretmişim, beklemişim çağlar boyunca. Savaş zamanı elime kılıç verilmiş sen kahramansın en önde olmalısın diye! Barış zamanı ise sen devlet yönetiminden anlamazsın azarlamasıyla doğruca tarlaya kovulmuşum, Babı Ali'nin kapılarından!

Çoğu kez de “kafasız-akılsız Türk” diye aşağılanmışım devşirme herzeleler tarafından! Her defasında, devletim, milletim diyerek yutkunduğum için boğazım düğüm düğüm olmuş aldırmamışım!                                                                                                                                                         

İbn'i Sina ile Farabi ile, İbn’i Rüşt ile aydınlanmış Avrupa. Ben, benim olanları başkalarının sahiplenmesine bakakalmışım! Avrupa'yı aydınlatan eserlerini 20.y.yılın başlarına kadar ülkeme girmesini yasaklamış, Türklüğümün kazındığı Bengü taşları Danimarkalı William Thomsen okumuş ben ancak 1924 yılında bu yazılanların farkına varabilmişim! 

Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferinden sonra saygınlık kazanırım diye temsil etmeye başladığım Hilafetin ağır yükünden başka bir faydası olmamış bana. Üstelik sahte fetvacıların kurbanı olmuş, cehalette birinci, terakkide sonuncu olmuşum bütün istatistiklerde. Asırlarca kazandıklarımı, dönme devşirmelerin talanı, yalanı ve yağması ile kaybedip imparatorluğum çökmeye başlayınca bu kaymak tabakasının suçlamasıyla karşılaşmış, ben Türk'üm dediğim için çöküşün bütün sorumluluğu bana yüklenmiş yağmacı alçaklar tarafından! Can havli ile girdiğin Birinci Dünya Savaşı’nda yedi cephede, yedi düvelle çarpışmışım. Bugün İsrail bombalarının başlarına yağmur gibi yağdığı Gazze ve Filistin'deki kardeşlerimi kurtarmak için 4. Ordumla savaşmışım o kurak topraklarda. Ancak ne var ki düşmandan önce kurtarmaya çalıştığım kardeşlerimin de katkısıyla kovulmuşum o kutsal topraklardan. Yedi cephede yapılan savaşların finalinin yapıldığı Çanakkale'de 250 bin aslanımı toprağa vermiş ancak imparatorluğun başkenti İstanbul'umu vermemişim çağın firavunlarına! 

Galip geldiğim halde muktedirlerin kurt sofralarında tabak tabak yenilmek istenince; gün bugündür diyerek, mavi gözlü, sarı saçlı yiğidim ile onun etrafındaki bir avuç ülkücü kahramanın başlattığı “Ya İstiklal, Ya Ölüm” mücadelesiyle düşmanın yüzüne haykırmışım Türk'ün vatansız yaşayamayacağını! Ve geldikleri gibi gidecekler kararlığına mağlup olanların terk ederken arkada bıraktıkları harap bir vatan toprağı kalmış elimde koca imparatorluktan, dört adet atölye şeklinde fabrikayı miras alarak. Hereke İpek Fabrikası, Feshane Yün Fabrikası, Bakırköy Bez Fabrikası ve Beykoz Deri Fabrikası. Bütün bunlara aldırmamış mavi gözlü, sarı saçlı kahraman Mustafa Kemal Atatürk ve ülküdaşları, savaş sonrası hemen işe koyulmuşlar.

Önce Lozan ile bütün dünyaya yok etmek istedikleri imparatorluğun bakiyesinden yeni bir devlet kurduğunu kabul ettirmişler. Sonra asırlarca kul muamelesi yapılan ve devletin asıl yükünü taşıyan milletinin evlatlarına; Cumhuriyeti hediye ederek, adeta “battığı yerde doğan güneş” gibi aydınlatmış onların dünyalarını. 6 asır Türkçe bir Kur'an meali bile okuyamamış bu milletin evlatlarına, okuyup anlasınlar diye, Elmalılı Hamdi Yazır'a “Kur'an meali” hazırlatıp binlerce bastırarak dağıttırmış ki, dinini doğru ve esas kaynağından öğrensinler. Sonra diğer hamleler gelmiş. Asırlarca, cepheden cepheye koşmaktan okumaya vakit bulamadığı için, okuma yazma oranı kadın-erkek ortalama %5 seviyesinde olan bir toplumu harf inkılabı ile buluşturarak aydınlık yarınlara taşımış. 

Cumhuriyetin ilanı ile işgalcilerin sömürüsü altında olan bütün kurum ve müessesleri millîleştirip, Türk milletinin emrine almış. Eğitim birliği yasası ile çağdaş eğitimi hedefleyip, yobazların keyfi hurafelerinden nesillerimizin zihnini kurtarmayı amaçlamış. Kadını bir erkeğin 4 hanımından biri olmaktan kurtararak gerçek değerine kavuşturmuş. 40 bin köyü bulunan harap edilmiş ülkenin; 30 bininde caminin olmadığını, 37 bininde okul olmadığını tespit etmiş. Bütün ülkede sadece 23 tane lise, 72 tane Ortaokul, 1 tane üniversitenin (İstanbul Üniversitesi) olması onun azminden hiçbir şey eksiltmemiş. Tarım için traktörün, biçer döğerin olmadığını görmüş. 13 milyon nüfusun çoğunun, verem, tifo, tifüs hastalıklarının pençesinde olduğunu görmüş. Nüfusun bir milyonunun frengi, üç milyon trahomlu hastası olması onu dehşete düşürmemiş! Bebek ölümlerinin %40, anne ölümlerinin %18 olması tabloyu daha da ağırlaştırmış. Bütün bu olumsuzluklara karşı, sadece 337 doktor, 60 eczacı (sadece 8 tanesi Türk) 4 tane hemşire ile yola girilmiş.                                                                                                                                                                           Cumhuriyetin ilanı ile kuraklıktan kavrulmuş çöl topraklarının su ile buluşup yeşermesi gibi bütün ülkeyi bir heyecan dalgası kaplamış. 

Kısa zamanda memleket demir ağlarla örülmüş. Tren yoları, tüneller, limanlar millileştirilmiş. Deniz taşımacılığı millileştirilerek asırlarca asalak gibi milletimizin sırtından geçinenler bir daha dönmemek üzere ülkemizden kovulmuş. Onlarca fabrika ile yeterince fabrika yapan fabrikalar açılarak sanayi hamlesi yapılmış. Milletler cemiyetinin daveti üzerine bu cemiyete onurlu üye olarak ülkemizin uluslararası saygınlığı arttırılmış. Montrö Boğazlar sözleşmesi ile boğazlar üzerinde kesin hakimiyetimiz sağlanarak, Hatay'ın anavatana katılması için bütün çalışmalar eksiksiz tamamlanmıştır. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak, din adamları devlet memuru olarak maaşa bağlanıp, köylerde adeta hizmetleri karşılığında yardım toplamak sıkıntısından kurtarılmışlardır.                                                                        Dünyanın hiçbir ülkesinde, bu kadar kısa zamanda, bu kadar büyük işler yapılıp başarılamamışken Atatürk'ün Cumhuriyetin aydınlık rehberliğinde, ömrünün kısa dönemine bu kadar büyük işleri sığdırması bu gün dünya milletleri tarafından alkışlanmaktadır. Dünyanın 24 ülkesinde heykel ve büstlerinin bulunması, veciz sözlerinin yazılıp asılması bundandır.

İlginç olan ise şudur ki; bundan yüzyıl önce 29 Ekim 1923 yılında kurulan Cumhuriyetimizin getirdiği çağdaş kazanımlar ne yazık ki Atatürk'ü hala anlamayanlar tarafından yok sayılabilmektedir! Ve bir akılsız güruh, Cumhuriyet güneşini elleri ile kapatabileceklerini zannediyorlar! 

Cumhuriyetin aydınlık temsilcileri olarak bizler de bütün gücümüzle haykırıyoruz ki;

Bre mendeburlar, güneşin aydınlığı ellerinizle gözlerinizi kapatmakla asla engellenemez! Böyle yaparak ancak kendinizi güneşi görmekten mahrum bırakırsınız, o kadar!

Dört bir yanımızdaki savaş tamtamlarının gürültüleri bu gün birbirimize daha çok sarılmamızı gerektirmektedir.

Yok sayanlara mı, yok sayılanlara mı ağlamak gerekir karar okuyucularımızın olsun.

Cumhuriyetimizin ilanının 100. yılı kutlu olsun.