Bilirim, millet olarak okumayı pek sevmeyiz genelde. Ama bunu okumaya kendinizi zorlayın çok hoşunuza gidecek, söz.
Lise çağlarında (195-60) arası Trabzon Lisesi’ne ilçeden gelen arkadaşlarımız oralarda lise olmadığından genelde yatılı okurdu.
Zira Akçaabat’a, Arsin’e hele de Of’a öyle günübirlik gidip gelmek olacak iş değildi.
Akçaabatlı arkadaşlar da genelde futbola ve spora aşina olduklarından arkadaşlarımın çoğu Akçaabatlı idi.
Bir enteresandır şu Akçaabat insanımız.
Şiveleri de bir hoştu (o zamanlar) malum.
Özellikle P’leri B şeklinde B’leri de P olarak telaffuz ederler.
Mesela; geminin bacası derken geminin pacası derler, bitmedi, pantolonun paçası yerine de pantolonun bacası derler.  
Bir türlü akıl almaz bu işe.
“Yahu kardeşim, şu paça ile bacayı doğru yerde kullansana” dersen nafile uğraşma.
Ha, gelelim bizim Bayburtlu ve Kelkitli hemşerilerimize. Bunlarda da vardır bir enteresanlık. 
Mesela Değirmendere tabir edilen yere Deredeğirmen derler.
Ya arkadaş şu kelimelerin yerini niye değiştirirsin?
Diğer bir mesele köprü kelimesinin P ve R harflerine makas attırır körpü der.
Bir enteresan iş!
Bendeniz kırk yıl önce dede, baba köyüme ilk kez vardım baktım lisan daha doğrusu şive resmen Azerbaycan Türkçe lehçesi.
Bu sefer onlar şu İstanbul, İzmir, Ankara’yı çalışmak gayesi ile sık sık ziyaret edince durdu şiveleri değişmeye. Yıllar geçti tam köyün şivesine adapte olacağım o güzelim yerli malı şive gitti karma, yoz bir şive geldi köye.
Ne İstanbul ne de Kelkit (Gümüşhane) şivesi.
Anladım ki ülke bir herc-ü merc geçiriyor bu da böyle olması gerekiyordu ki böyle oldu.
Esasen bu iş sadece bizim bölgeye has değil tüm Türkiye’nin yerel lehçesi bir çalkantı geçiriyor.
Demek ki bu iş öyle olacaktı ki öyle oldu, çaresiz.
Derken, aklıma bir hikâye geldi onu anlatayım da bu mesele burada kapansın isterseniz.

O ZATEN ÖYLE OLACAKTI

Bundan takriben 150 yıl kadar evvel Kırım'ın bir köyünde 'İmam Efendi' isminde bir zat yaşarmış.
İmam Efendi, her ne ile karşılaşırsa karşılaşsın onu kısacık bir cümleyle yorumlarmış: “O, zaten öyle olacaktı.”
Hayat devam eder, İmam Efendi'de ise hep aynı söz:
- O, zaten öyle olacaktı. Sanki olanlardan “sana ne!” demektedir. 
Veya “Allah’ın taktiri, sen ne karışıyorsun!...”
Öylesine bir tevekkül ve teslimiyet.
Bir gün köyün birkaç haşarı genci İmam Efendi'yi sınamak isterler.
Madem her meseleyi “O zaten öyle olacaktı” diye karşılıyor ya.
Bıktık artık bu halden.
Bir de kendi başına bir felaket gelsin bakalım yine aynı şeyi mi diyecek?
Der ve ona bir tuzak hazırlarlar.
İmam Efendi'nin iki güzel atı vardır.
Gençler köyün atlarını otaran çobanı bulur ve ona derler ki.
“Bu akşam, şu iki atı dağda unutacaksın.”
Çoban şaşırır, direnecek olur.
Fakat gençlerin zorbalığı üstlerindedir.
“Bu atlar, bu gece, dağda kalacak. Ya dediğimizi yaparsın veya ötesini sen bilirsin!”
Çoban, bakar ki papuç pahalı.
Çaresiz söyleneni yerine getirir.
O gece, sabaha dek lapa lapa kar yağar.
Hava ılıktır.
Ertesi gün köy bembeyaz bir manzarayla uyanır.
Her taraf kar altındadır.
Bir bakarlar ki yağan karın ağırlığından İmam Efendi'nin atlarını koyduğu ahırın damı çökmüştür.
Bunu gören gençler şaşırırlar.
Hava da ılık olduğundan kurtlar da sahaya inmemiş, çöken damın altında da kalmadıkları için atlar kurtulmuştur.
Halbuki onların niyeti atların kurtlar tarafından parçalanması ve sinirlenecek İmam Efendinin ne diyeceğini dinlemek ti.
Gençler, süklüm-püklüm İmam efendinin evine çıkagelirler.
Hocam, vaziyet böyle iken böyle.
“Biz atları, kurtlar yesin de bakalım yine ‘o zaten öyle olacaktı’ diyecek misiniz? diye merak ettiğimizden onları zorla dağda bıraktırdık; fakat çöken damın altında kalmalarına mani olmuşuz” der ve özür dilerler.
İmam Efendi tebessüm ederken taşı gediğine kor:
“E çocuklar, o zaten öyle olacaktı” der.
Ya, işte böyle.