Türkiye toplumunda bireyler arası çözülme başladı. Bu, her geçen gün daha da ileri boyuta varıyor. Karakollar, adliyeler dolup taşıyor. Görevliler işin altından kalkamıyor.
Okuryazar düzeyinin yükselmesine bağlı olarak sevgi, saygının gelişmesini, güçlenmesini beklerken ne yazık ki bunu göremiyoruz. Dolayısıyla birtakım olumsuz davranışlarla her gün karşılaşıyoruz. Bu durum bireyleri umutsuzluğa, karamsarlığa sürüklüyor.
Hakarete varan davranışların gerektiği gibi yaptırımı yok. Hakkını aramaya kalktığında bu, uzun sürüyor. Hani ne demişler? ‘Geciken adalet, adalet değildir.’
Bugün, Avrupa’dan 50 yıl gerideyiz. Toplum olarak Bilgi Çağı öncesi devri yaşıyoruz. Avrupa, hiç ilerlemeyip olduğu yerde duracak ki onu yakalayabilelim.
Avrupa’da birey temel öğedir. Ona aşırı bir değer veriliyor. Tüm yatırımlar onun adına yapılıyor. Bizde ise her yatırım para getirisine bağlıdır. Anamal birikimi içindir yatırımlar.
Toplumda her türlü yasadışılık var. Kapkaççılıktan yankesiciliğe, silahlı eylemden adam dövmeye, sövmeden trafik tedhişçiliğine (terör) dek genişletebiliriz bunu.
Bu toplumda yaşamak kolay değil. Çünkü birarada yaşadığımız insanların büyük bir bölümü sorunludur. Dahası, hastadır. Hiç yoktan yere bir bardak suda fırtına koparır. Karşısındaki de ne olduğunu anlayamaz.
Günümüzün toplumunda hiçbir kimsenin doğal ölümün dışında yaşama güvencesi yok. Sokakta yürürken bir bakmışsınız. Üzerinize araba sürülmüş. Pisi pisine ölüp gitmişsiniz. Bir bakmışsınız. Ölmemişsiniz. Ne var ki yatağa bağlı olarak yaşamaya başlarsınız.
Bireyler olarak ölmediğimiz için yaşıyoruz. Demek ki yaşamamız rastlantıya kalmıştır. Pekiyi, evrende bizim gibisi de var mıdır? En ilkel toplumda bile bizim yaşadığımız, yaşanmaz.
İlhan Selçuk diyor ki: Uygarlık birikimle kurulur. Demek ki biz, daha uygarlaşamadık. Birkaç fırın daha ekmek yememiz gerekiyor.
Yürümeyi çok severim. Günde en az 6,7 km yol alırım. 65 yaş üstü otobüs kartım olmasına karşın, yürümeyi yeğliyorum.
09.12.2014 günü kent merkezinden Üniversite Mahallesi’ne gitmek üzere yola çıktım. Değirmendere Maçka kavşağına geldim.
Karşıya geçmek için araçların durmasını, yeşil ışığın bana yanmasını bekledim. Işık bana yanınca güvenli olduğunu düşünerek yaya yolundan geçmeye başladım. Tam yolun ortasına geldim. Bir de ne görsem?  Dönemece girmeden, ters yönden 80-100 km hızla bir araç üzerime geliyor. Frenledi, durdu. Ne yapıyorsun? Buradan geçilir mi, dedim. Biraz bekledi. Bana hiç yanıt vermedi. Gaza bir dokundu. Maçka’ya doğru uzaklaştı. Plakasını almak amacıyla arkasından baktım. Olanca sesiyle ‘Senin diye’ başlayan sinkaflı bir laf etti. Ne var ki aracın kimliğini alamadım.
Ben, ona ne yapmıştım? Bana niçin sövdüğünü düşündüm. Şu kanıya vardım. Adam süre yitirmemek üzere kavşağa girmedi. Yol açık olduğundan ters yönden girmeyi yeğledi. Ani olarak beni karşısında görünce sinirlendi. Hızını kesmiş oldum. Ona göre ben suçluymuşum?!
Oysa ben, bu yurttaşımdan anama küfür etmesini değil, özür dilemesini beklerdim. Acaba onu da bir ana doğurmadı mı? Yoksa uzaydan mı indi? Bir başkası onun anasına sövse ne düşünür? Bunu çok merak ediyorum.
İstesek de istemesek de bu tür bireylerle iç içe yaşamak durumundayız. Bizim elimizde değil. Toplum olarak sövgü edebiyatında ileri boyuttayız. Bu konuda üzerimize yoktur.
Toplumda yanlış davrananlar olabilir. Uyaralım. Olmadı. Hakaret varsa şikâyetçi olalım. İlgili yerlere başvuralım. Bu bir yurttaşlık görevidir. Avrupa’da böyledir. Duyarlı olursak yanlış yapanlar azalır. Çünkü bugün bana, yarın sanadır.