Bireylerin ve toplumun şekillendirilmesinde, bugüne ve geleceğe yönelik amaçlarını gerçekleştirmesinde eğitim ve öğretim kurumları önemli bir görev üstlenmektedirler. İstenilen eğitimi verecek olanlarda sade ve sadece öğretmenlerdir.
Eğitim ve öğretimin iki temel amacı vardır. Her devlet ideal bireyin ve toplumun oluşması için eğitimi bireysel ve toplumsal amaçlar etrafında şekillendirir. Toplumsal amaçların ön planda tutulduğu devletler genel olarak milli devletlerdir.
Türkiye’nin son iki yüzyıllık değişim, gelişim ve modernleşme sürecine bakıldığında üzerinde en çok konuşulan, düzeltilmek istenen, sorunların ve çözümlerin kaynağı olarak görülen kurumun eğitim olduğu görülür. Devlet ve toplumun içinde bulunduğu buhrandan kurtulması için önerilen reçetelerin temel ortak yönü, eğitim sistemi düzeltilirse diğer bütün sorunların da bir ölçüde çözüleceğine yönelik inançtır.
I. Dünya Savaşı’nın başladığı dönemde Osmanlı sınırları içinde sadece ABD ve Fransa’nın 1000’e yakın azınlık okulu, İngiltere Almanya İtalya ve Avusturya gibi devletlerin okulları da hesaba katıldığında bu rakam ürkütücü boyutlara ulaşmaktaydı. Bu okullar misyonerlik faaliyetlerinin yanında bağlı oldukları devletler lehine hareket edecek işbirlikçi yetiştiriyorlardı. Bu azınlık okulları, Osmanlı’yı parçalama düşüncesinde olan dönemin devletlerinin emellerine hizmet ediyordu. Örneğin Rum okulları, çevrelerini Rumlaştırma Yunan işgalini kolaylaştırma İstanbul’da Bizans, Trabzon ve çevresinde de Rum Devleti kurulması amacını güdüyordu.
Ziya Gökalp’in eğitim düşüncesi, Atatürk’ün eğitim düşüncesinde ve Cumhuriyet dönemi eğitiminde yaşanan gelişmelerde etkili olmuştur. Özellikle Osmanlı Devleti’nin son döneminde eğitim politikasındaki kargaşayı iyi analiz eden Gökalp’in eğitimde birliğin sağlanmasına yönelik düşünceleri 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılarak eğitimde birliğin sağlanmasında önemli bir rol oynamıştır.
Günümüzde eğitim öğretim hayatımız ve öğrencilerimizin iyi yetişmesi amacıyla, başta STK’lar olmak üzere tüm resmi ve özel kuruluşların gayretleri görülmektedir. Ancak, özellikle STK’ların, bu tür faaliyetlerini kendi kulvarlarında yürütmesine azami özen gösterilmelidir.
Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki 1 milyonu aşkın öğretmenimiz, “milletimizin bizlere emaneti olan evlatlarımızı çağın gerektirdiği evrensel yeterliliklere sahip, milli ve manevi değerleri benimsemiş, sağlıklı ve mutlu bireyler olarak yetiştirme” azim, donanım ve liyakatine sahiptir. Örgün eğitim sürecinde, dışarıdan unsurları okullarımızın işlevinin bir parçası yapmak, öğretmenimize güvenmemek ve yeterliliğini sorgulamak demektir.
Eğitimci kimliğinden yoksun, pedagojik formasyonu olmayan, çocuk ve öğrenci psikolojisinden bihaber profilleri örgün eğitim sürecine dahil etmek, geleceğimize ihanet anlamı taşımaktadır. Hele ki, okullarımız ve öğrencilerimiz, adı ve sıfatı ne olursa olsun hiçbir oluşum ve grubun, proje ve deney sahası olmamalıdır. Ülkemiz bu husustaki tedbirsizliklerin bedelini 15 Temmuz’da acı şekilde ödemiştir.
Ülkemizdeki örgün eğitimde, okul ve öğretmenin rol ve işlevi başka hiçbir unsura devredilemez. Makam sahibi kişilerin alacağı kararların ağır vebali olacaktır.