Anlayamıyorum bir türlü bu topluma neler olduğunu. Ulusal değerlerimizi çok kısa zamanda bozmamızı ve tanınmaz hale getirmemizi gerçekten çözemiyorum. Sanki yaşamımızdan tek tek uzaklaşıyor o ulvi değerler. Kaybettiğimiz bu güzel geleneklerimizin farkındayız da düzeltmek için bir çabamız mı var?
Ulusumuzu kin, öfke, saldırganlık sarmış. Benliğimizi bencillik kaplamış. Sevgi gitmiş yerine kin gelmiş. Paylaşımın yerini bireycilik almış. Kısaca toplum olarak olumsuzlukla besleniyoruz.
Çocukluğumda, gençliğimde yaşadığım yörede kavga duymadım. Silah sesine tamamen yabancıydım. Bayramda, düğünde, eğlencede bir kurşun bile atılmazdı benim yöremde.
Peki bu toplumu bu hale nasıl getirdik, nasıl becerdik bu olumsuzlukları? Bence konu sosyolojik ve psikolojiktir. Olumsuzluğu olumluya çevirmek elbette ki bilim adamlarının işidir. Ancak bu noktaya gelişimizde siyasal üslupların, eğitim sisteminin yanlışlığı, dizilerin vurmaya kırmaya yönelik olması etkili olmuştur diye düşünüyorum. Küçük yaştaki erkeklerin belinde tabanca veya bıçak var. Küçük bir tartışmada yıllarca arkadaşlık yaptığı kişiyi acımadan vuruyor veya bıçaklıyor; yaralıyor ya da öldürüyor. Ruh halimiz bozuk, hem de çok bozuk.
Fakir zengine, erkek kadına, yaşlı gence düşman olmuş bir toplum olduk. Kinle, nefretle beslenen insanlar çoğaldı. Günlük yaşamlarını kine ve aşağılamaya bağlamış insan sayısı gün geçtikçe artıyor. Siyaset mi, spor mu, doktorluk, öğretmenlik mi her şeyin doğrusunu hepimiz bilir hepimiz akıl veririz. Aslında bu insanların elinden bir şey gelmez ama oturdukları zaman mangalda kül bırakmazlar. Ama kendilerini sorgulamak en büyük hata olur. Çünkü bunlar yanlışlarını bir türlü kabul etmezler.
Onlara göre herkes düşman. Herkes vatan düşmanı, ama kendileri dost ve vatansever. Eskiden köyün, mahallenin büyüklerine danışılır ve onların deneyimlerinden yararlanılır ve onlara saygı duyulurdu. Büyüklerimizden utanılır, yanlış yapmamak için çaba gösterilirdi. Yardımlaşma ön plandaydı. İşini bitiremeyen bir komşunun işine koşulurdu. Erkeği ölmüş veya askere gitmiş hanımın tarlası çayırı sürülür zamanı gelince biçilir ve otu, samanlığına, tahılı ambarına yerleştirilirdi. Kısaca komşu, komşunun külüne muhtaçtı.
Hoşgörü, vefa, alçakgönüllülük, konukseverlik, kadirşinaslık kavramlarına hasret kaldık. İşimizi karşıya geçirene kadar yapmadığımız yalakalık, samimiyetsizlik yoktur. Ama işimizi karşıya geçirince tanımayız yardım eden, elimizden tutan insanı. Hani eskiler derler ya, “Bir kahvenin kırk yıl hatırı var” diye. O güzel söz bile çok gerilerde kaldı.
Yolda yaralı bir insan mı gördük, trafik kazası mı gördük görmemezlikten gelip ,çekip gidiyoruz. Öldüren, yaralayan kişiyi tanıdığımız veya gördüğümüz halde gidip tanıklık yapmıyoruz. Ahilik geleneğini unutmuş olacağız ki yanımızdaki esnaf sifte yapamadığı halde biz daha çoğunu satmak, daha çok kazanmak için onu ve onun sattığı malı kötülüyoruz.
Bu oluşumda sistemin hatası çok gibi geliyor bana. Eğitimini tamamlamadan, iş olanakları sağlamadan, sanayi toplumu olamadan insanlarımızı şehirlere göç ettirdik. O güzelim köy geleneklerini unutturduk. O insanlar ne şehrin toplu kurallarına uyum sağlayabildiler ne de köy kültürünü yürütebildiler. İki arada bir derede kaldılar ve kendilerini bile tanıyamaz oldular. Kısaca kozmopolit bir yaşam ve insan biçimi oluşturduk.
Eğitim sistemimizi gözden geçirmek zorundayız. Okul kitaplıklarına sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü içeren eserler yerleştirmeliyiz. Ötekileştirme gibi konulara son vermeliyiz. Oy uğuruna vatandaşlar arasında dil, din, ırk gibi ayırımları sonlandırmalıyız.
Ben 50 yıl önceki yaşamımı özlüyorum. Yine ayağımda kara lastik, bacağımda yamalı pantolon olsun. Çünkü ben, çocukluğumdaki sevgiyi, saygıyı arıyorum. Ben o yıllardaki insanların birbirlerine olan güvenini ve duyarlılığını arıyorum. Neyleyeyim elbise dolabımdaki takım takım elbiseleri, sayılarca gömlek, kazakları. Ben huzurlu değilsem, toplum huzurlu değilse, dostumu, düşmanımı ayırt edemiyorsam neyleyeyim ben o zenginliği!
Çok mu duygusalım yoksa?