Huzur, muhtemelen hepimizin aradığı ama bulamadığı bir ruh hali.

Kabul edelim ki mutlu ve huzurlu bir coğrafyada yaşamıyoruz.

Herkesin farklı gerekçeleri ve sınıfsal dertleri olsa da durum bu. Göz süzdüklerimiz, gıybet ettiklerimiz, kıskandıklarımız, alkışladıklarımız, tanımadıklarımız, tanımadan bildiklerimiz ile gülümseyen bir çevre oluşturamadık.

Düşünsenize insan huzurlu olsa, elindekilerle yetinse, daha fazlası için didinmese, kendini bu kadar parçalamasa ekonomi bu şekilde olur muydu? Daha doğrusu üretim ve tüketim de bu denli çılgınlık mı yaşanırdı? Belki de tarihin gerçek motoru huzursuzluğumuz.

Korkuyu da, talebi de besleyen o. Mücadele etmek, kendimizi korumak zorunda olmadığımızı düşündüğümüz ender bir andır huzur. Bir tür aşkınlık, hatta boş vermişlik durumu.

Kendimizle barışık olduğumuz zaman dilimi. Dolaysıyla gelip geçici.

Belki de böyle olması iyi çünkü huzur sürekli olsa kaygı olmaz, kaygı olmadığı yerde de şimdiki teknolojik ve tabi ki ekonomik ilerleme kaydedilemezdi.

Hiçbirimiz acı çekmek, huzursuz veya mutsuz olmak istemeyiz.

Ancak hayatın içinde bunlar da vardır. Hayat dikensiz gül bahçesi değildir. Her zaman, her şey istediğimiz gibi olmayacaktır.

Ayrıca olacakları önlemenin bazen kendi elimizde olmadığını, hayatın bize bunları yaşattığını bilmeliyiz.

Toplumsal ve devlet bağlamında huzurun temel belirleyicisi bana göre bireysel huzuru yakalamış insanlardan oluşan bir toplum oluşturmaktır.

Toplumun huzuru ve devletin bekası da buna bağlıdır. Sonuç olarak evrenin en seçkin varlığı olan insanı iyi yetiştirmek, bireysel, toplumsal ve hatta evrensel huzurun en önemli teminatıdır.

İnsanımızın, toplumuzun ve devletimizin geleceği de bu anlayışın yerleştirilmesine bağlıdır.