Ülkemizin dört bir yanı komşularımızla çevrilidir. TC’nin kuruluşundan bu yana ‘Yurtta barış, dünyada barış’ özdeyişine uygun olarak yaşarken ibre birdenbire değişti.
Ortadoğu tasarısına bağlı olarak 22 ülkenin gerek sınırlarının gerekse düzenlerinin değişmesi öngörüldü. Daha doğrusu ABD politikası böyle istiyordu. Biz de bunu benimsedik. Her atılan adımı canı gönülden destekledik.
Önce komşularla ‘Sıfır sorun’ dendi. Bu, bizleri çok sevindirdi. Ne var ki sevincimiz çok gitmeden kursağımızda kaldı. İşler değişti  ‘Sıfır sorun’ sorun olmaya başladı. İzlenen yol, her yanda sorunları beraberinde getirdi. Sorun olmayan komşu kalmadı.
Sınır boylarını koruyamaz duruma geldik. Sınırdan giren çıkan belli değil. Deyim yerindeyse, sınırlar yolgeçen hanına döndü. Tedhişçiler, elini kolunu sallayarak Libya’da, Mısır’da, Tunus’ta, Suriye’de savaşıp geri dönüyor. Yaralananlar Türkiye hastanelerinde tedavi oluyor.
Komşularımızın içişlerine karışmaya başladık. Oysa bizim içişlerimize başkası karışsa hoşgörür müyüz? Elbette hayır.
Önce ‘ Libya Libyalılarındır. Burada NATO’nun ne işi var?’ söylendi. Sonra ‘NATO, Libya’nın Libyalılara özgü olduğunu kanıtlamak için topraklarına girmelidir’ dendi. NATO’ya ilk askeri desteği veren biz olduk. Böylece Kaddafi öldürüldü. Libya dağıldı. Oradaki taşeronlar işlerini bıraktı, Türkiye’ye dönmek durumunda bırakıldı.
Irak petrol yüzünden iki üç parçaya ayrıldı. Bindiğimiz dalı kestik.
Suriye, bilindiği gibi en uzun sınır komşumuzdu. Bir ara iktidarla sarmaş dolaştık. Her iki ülkenin Bakanlar Kurulu dahi birlikte toplandı. Sonra Amerikan çıkarlarına uygun izlenen politika gereği ‘Esad gidecek’ diye dillendirildi. Ardından ‘Namazı Emevi Camisi’nde kılacağım’ dendi. Ne var ki işler düşünüldüğü gibi yürümedi. Gitti gidecek olan Esad, üç yıldan beri yerinde oturuyor.
Suriye’ye vurma hazırlığı yapıldı. Göçmen yerleşim çadırları kuruldu. Aileler, çoluk çocuklarıyla evlerinden, yurdundan koparılarak Türkiye’ye getirildi. İki milyona yakın birey sefil seyran oldu. Görkemli yaşama vadiyle gelenler, umutsuzluğa düştü.
Suriye yurttaşları Türkiye’ye gelmeden önce Avrupa Birliği yardım edeceğine söz verdi. Göçmenler geldikten sonra tüm yük sırtımızda kaldı. Bu yükün ağırlığı altında her geçen gün daha da eziliyoruz.
Getirdiklerimize sahip çıkamıyoruz. Bir bakıma yetersiz kalıyoruz. Türkiye halkının büyük bir çoğunluğu yoksulluk sınırının altında bulunuyor. Halk arasında bir deyim var; yongayla kaşınıyoruz. Bizden alınan vergiler onlara akıyor. Bugün harcanan para milyarları buldu.
Şimdi bakıyorum da sokaklarda Suriyeli dilencilerden geçilmiyor. Köşe başlarında battaniyeleri başlarına almış çoluk çocukla dilencilik yapıyorlar. Bir yandan acıyorsun. Bir yandan da izlenen dış politikaya sinirleniyorsun. Her köşe başında bir Suriyeli dilenci öbeği var. Kiminin elinde pasaportu, kimin nüfus cüzdanı gelip geçenden para istiyor. Onların durumunu görmemek için yönümü değiştiriyorum.
Dilencilik en kötü, sevimsiz davranışlarından biridir. Ne ki çoklarınca meslek edinilmiş. Bizimkiler yetmezmiş gibi başımıza bir de Suriyeliler çıktı. Bunlar kentte çirkin bir görüntü oluşturuyor.
Oysa bu kentin valisi, belediye başkanı, emniyet müdürü var. Niçin herhangi bir önlem alınmıyor? Bunları kente belli bir şebeke mi bıraktı?
Dilencilik altında başıboş kişiler, sakıncalıdır.. Dilenciler kent sokaklarında görsel kirlilik oluşturuyor..
İzlenen yanlış, olumsuz dış politika birçok Suriyeli yurttaşı umut yolculuğuna çıkardı. Karda yağmurda perişan oldu. Bunun ucu bize de dokundu. Toplum olarak sıkıntıya girdik.
Bir toplumu yönetenler bindiği dalı keser mi? Böyle bir uygulamayı başka ülkede göremezsiniz. Ne doğrarsan çanağına o gelir kaşığına.