ZAMANA ESİR OLMAK

            Biz değişmedikçe değiştirilmeyeceğimiz ilahi hükmüne rağmen çoğu zaman karşımızdakilerden hamle bekleriz. İsteriz ki onlar duygularımızı okusun ve isteklerimizi yerine getirmek için bize ihtiyaçlarımızı sorsun, kırılan umut ve hayallerimizi tamir ederek yaşama arzularımızı gençlik yıllarımızdaki zirvesine taşısınlar. Aklı başında olan her insanın bilmesi gerektiği gibi biz hareket etmeden, değişime gayretli olmadan, bunun için çaba harcamadan, uykusuz kalıp kafa yormadan böyle bir şeyin olması mümkün olmayacaktır.

            Bizim nesil, yakın tarihimizdeki yaşanmışlıkların tarafı ya da karşı tarafı olmanın acıları ve bedelleriyle ile imtihan edilmiş bir nesildir. Zaman zaman en yakınındakilerin, zaman zaman kendisini korumak, kollamak ve medeni insan olmanın bütün ihtiyaçlarını kendisine sunmakla sorumlu olan devletinin bile “ahde vefasızlığına” uğramış şansız bir nesildir. Kendini feda ettiği değerlerin bu gün bir bir yok olup gittiğini seyretmenin kader olmadığını, bunun yıkıcı bir küresel program olduğunu da bilip, elinde kalan akıl sermayesini, eskiden olduğundan farklı olarak bilek gücünden önce kullanmanın dönülmez kavşağında olduğunu bilen bir nesildir.

            Gelişmiş ve hayat problemlerini arkasında bırakmış toplumların koro halinde “Demokrasi sloganları” attığı günümüzde; demokrasinin, milli bütünlükleri ayrıştıran tohumları da içinde barındıran iki kutuplu bir olgu olduğunu en iyi bilen nesil de yine bizim neslimizdir. Çünkü fikirlerin değil, silahların çatıştığı hastalıklı bir toplum yapısında gözlerimizi dünyaya açmıştık. İdeallerimiz hayat gerçeğinden bizim için daha değerliydi. En azından bizlere böyle öğretilmişti. Ama öğrenemediğimiz çok önemli bir gerçek bize hayatı, ideallerimizi de idealize eden “üst akılların” olduğunu yaşayarak kavradıktan sonra gerçek anlamıyla öğretebilmişti. “Fırat kenarında bir kurt bir kuzuyu yerse” onun sorumlusu olarak kendisini gören anlayış, benim partimden, benim fikrimden olsun da isterse “kör cahil” olsun tematik bakışına dönüşmüştü. Bir taraf zevkin, sefanın, doyumsuzlukların çılgınlıklarını yaşarken, diğer taraf ise, açlığın, yoksulluğun, yoksunluğun, aza kanaat getirmenin dini ibadet olduğunu kabul etmenin hiçliği içerisinde çırpınıp durmaktadır. Bu bizim gibi toplumlar için elbette ki cinnet halidir. Bu gün yaşadıklarımız da bu gerçeklerle çok yakından ilişkilidir.

            Hayatın sonsuzluğu içinde bu kahredici dönem ve yaşanmışlıklar hacim olarak “kürre de zerre” bile değildir belki ama kâinatında zerrelerden oluştuğunu bilecek kadar inancımızın olması bütün bu olumsuzluklara karşı, yakıcı bir çöl güneşi altında yeşil yapraklı genişçe dalları olan bir ağacın altında olabilmenin rahatlığını bizlere sunabilmektedir.

            Günlük siyasi tartışmalardan uzak, haklılık-haksızlık pazarlaması yapmadan ve muktedirleri yaftalamadan yazılan yazıların çok da okunduğuna şahit olmadığımızı bilmenizi isteriz.

            Buna rağmen bilmeliyiz ki; beşeri marifet ve şeytani akıllarla haksız olarak elde edilen kazançlarla tahkim edilmiş ve yıkılmaz zannedilen güçlü varoluşlar bile mazlumun “ahı”  karşısında yok olup gidicidir!

            Gelecek; zamana esir olanların değil, zamanı esir alanların olacaktır.