YORGUN ŞEHİR

Sessizliğin kucak açtığı anlarda buluyoruz kendimizi, doğanın derinliklerinde, yalnızca ayak seslerimizin yankılandığı bir huzurda. Saatler süren bu sessizlik, bize büyük bir deneyimin kapılarını aralıyor. Dağların arasından süzülen ışık, öylesine nazik ki, neredeyse dokunabileceğimizi hissediyoruz. Işık, içimize işliyor, ruhumuzu aydınlatıyor. Doğanın sıcak kolları, bir anne gibi sarıyor bizi; kulaklarımızda ise eski zamanlardan kalma bir ninni yükseliyor. Kendimize büyüleyici bir yolculuk yaratıyoruz ve bu kocaman ibadethanede, dünyevi telaşlardan uzaklaşıyoruz.

Şehrin bitmek bilmeyen yorgunluğundan kaçıp, doğanın iyileştirici kollarına sığınıyoruz. Küçük kaçamaklar yaratıyoruz kendimize, şehrin gürültüsünden uzakta.

İşte bu şehrin küçük kaçamak yerleri:

* Ganita: Denizin ve yeşilin buluştuğu, huzur dolu bir köşe.

* Faroz Limanı: Balıkçı kayıklarının renk cümbüşü, martıların dansı.

* Atatürk Köşkü: Tarihin derinliklerinden gelen bir soluk.

* Ayasofya Müzesi: Geçmişin izlerini taşıyan, eşsiz bir yapı.

Ne acıdır ki, bu şehirde sayabileceğimiz sadece dört yer var.

Teknolojinin hızına yetişmeye çalışırken, doğayla iç içe olmanın keyfini, basit mutlulukları, gelenekleri ve geçmişimizi unutuyoruz. Sığınaklarımızı, kendi ellerimizle yok ediyoruz. Denizin şehrinde, sadece dört yer sayabiliyoruz ve bu dört yerin yalnızca ikisinde denizin serinliğine sığınabiliyoruz. Bu sığınaklar, bizim ve şehrimizin hafızalarıdır. Son kalelerimizdir. Bu kaleleri kaybetmek, kendimizi ve şehrimizi kaybetmek demektir. Bu yüzden, bu yıkıma son vermeli ve bu yerlere sıkı sıkıya sarılmalıyız.

Rengârenk kayıkların, martıların şehri, elimizden kayıp gidiyor.

Çocukluğumuzun Beş Para’dan Baş Kaya’ya uzanan yüzme maceraları, artık sadece bir anı.

İnsanları mekâna ve tarihe bağlayan şey, romantizmdir. Romantizmin ardındaki yoğun duygular… Aşk, ilgi, neşe ve elbette iyimserlik. Zor zamanlarda ihtiyacımız olan da tam olarak bu duygular. Romantizm, hayatımıza renk katar ve bizi geçmişle, gelecekle ve anla buluşturur.