Yetmiş dokuzdan beri dayatılan “global ekonomi, küresel ekonomi, serbest piyasa ekonomisi”, adı her ne olursa olsun, “vahşi kapitalizmden başkası değildir.” “Ayağına takunya giydirip abdest aldırsalar da, kafasına takke geçirip namaz kıldırsalar da” hiçbir şey değişmiyor, “vahşilik” yumuşayıp merhametli olmuyor. Yapılan her “ihtilal” sorunları çözmüyor Vahşi kapitalizmle kurulan her hükümet, kısmi nefes aldırsa da bir süre sonra çözümsüz kalıyor, kayaya tosluyor, toplumun geleceğini karartıyor.
Sanayileşmeyen, kapitalist ülkelerle rekabet edecek duruma gelemeyen Türkiye, küresel ekonominin içinde pazar olmaktan öteye gidemedi. Kaynaklarının sömürülmesine, madenlerinin-ormanların yağmalanmasına, Cumhuriyetten bu yana sahip olduğu fabrikaların, kurum ve kuruluşların satılmasına, yağmalanmasına, yok edilmesine, “değişiyorum, gelişiyorum” diye tepki gösteremedi.
G-7’lerin politikası, devleti ekonominin içinden çekip çıkarmaktı. Anımsar mısınız bilmem: Sümerbank’ı değersizleştirmek ve yok etmek için üretilen karalama reklamı, “hiç devlet don satar mı, hiç devlet ayakkabı yapar mı” idi. Dolayısıyla Kamu İktisadi Kuruluşları, iktidar partilerinin birer çiftliği gibi kullanılarak, kapasitesinin çok üstünde işçi ve memur istihdam edilerek her yıl uğradığı korkunç zararlar hazineden karşılandı. Aynı siyasiler tarafından pompalanan düşünce, “KİT’ler çok büyük zarar ediyor, TC Hazinesi karşılamakta güçlük çekiyor. Yatırımlara harcanacak paralar KİT’lerin açığına gidiyor ve yatırımlar yapılamıyor” bahanesini üretiyorlardı. Şimdi devlet, “ev üretiyor, kenef üretiyor.”
KİT’ler ıslah yoluna gidilmedi, makineler yenilenip verimli çalışır duruma getirilmedi. Yeni fabrikaların yapılmasına, yeni iş sahalarının açılmasına olanak sağlanmadı. Akıl hocaları G-7'ler ne diyordu: Devleti ekonominin içinden çıkarın. Devlete ait ne varsa özelleştirin, devletin yapacaklarını özel sektör yapsın.” Kimi kafalarda çok yeni, çok şirin ve çok çağdaş görünen bu düşünce, “ekonomide eksen kaymasına neden oldu. Karma ekonomiden uzaklaşıldı. Oysa, devlet adalettir, adil olmak zorundadır. Özel sektörle devlet işbirliğine giderek ‘sosyal özelliğini’ koruyabilirdi. Aksi halde özelleşen ve zalimleşen ekonominin yanında devlet hukuki dayanaklarını yitirdi”; “sosyal” olma özelliğini kaybetti.
Cumhuriyetin kazanımlarını telefon tellerine kadar satarken, ihtiyaç duyduğu parayı temin edemiyordu. Elde edilen kazanç “savurgan yönetimleri” doyurmaya yetmiyordu. Satıyorlardı, ama üretmiyorlardı. Nüfus artıyordu, ihtiyacı karşılanmıyordu. Köyden kentlere doluşan “kalabalıklar”, Avrupa ülkelerine gönderilen “vasıfsız işçiler”, yığınlara ekmek vermeye, karınlarını doyurmaya yetmiyordu. Seslerini kesmeleri için, ağzını açanlara, hak arayanlara, sendikalara “vatan haini, komünist” diyor, susturuyorlardı. “Vatan, millet, ezan, Kuran, bayrak kutsallarını” sömürüyor, ama “aş, iş, çalışma alanı” açmıyorlardı. Sattıkları fabrikaların yerine daha modernlerini, daha çok istihdam sağlayacaklarını” kurmuyorlardı. Her fabrika ya da kurumun yerinde “özel sektör” fabrikayı modernleştirip çalıştırmıyor, arsa yapıp “beton dikiyordu.
Özel sektör, ilkesizce ve kurumsallaşmadan, devletin denetiminden uzakta, vergi kaçırarak, işçisinin emeğini çalarak, asgari ücrete mahkum ederek çalışmalarını yürütür hale geldi ki, kısa sürede holdingleştiler, güçlendiler, zenginleştiler, ama halk her geç gün, alınan her ekonomik önlemle daha da fakirleşti, alım gücünü yitirdi, çöktü. Hükümetler halktan topladıklarını, “teşvik, vergi indirimi, vergi affı” gibi yöntemlerle zenginin kasasına doldurdu. Ödeme zorluğu çeken (!) her zengine tüm kolaylıklar sağlandı, ucuz faizlerle vadesinde ödenmeyen kırediler verildi. Toplumsal sınıflar ve zümreler arasında, hele yandaşlarla halk arasında “korkunç uçurumlar” oluşturuldu.
Karma ekonomi terk edileli yıllar oldu. Zenginler lehine uçurumlar yaratan farklılıklar “hukukun üstünlüğü ilkesini” çiğnedi geçti. “Haklıların hukuku” değil, “güçlülerin hukuku” egemen oldu. Yargı, adalet anlam değiştirdi. Adaleti temsil eden devlet, artık güçlüleri, zenginleri, nüfuzluları ve yandaşları temsil eder oldu. Hele “tarikatlar, cemaatler, kimi vakıflar ve dinciler vergiden muaf tutularak semirdi; her hareketlerinde ve konuşmalarında laikliği çiğneyerek devletin bu özelliğini yok saydılar. Özgürlükler dikkate alınmadan, çoğu yerde de çiğnenerek hareket edildi; devletin “demokratik” özelliği ortadan kaldırıldı. Milletin can damarlarından biri sayılacak Hıfzıssıhha Enstitüsü kapatıldı. Seka’nın on bir fabrika ve işletmesi hurda ve arsa olarak satıldı. Tank Palet Fabrikası, özelleştirilen on şeker fabrikası var. Pancar üreten halk perişan edildi.
Her zamankinden daha çok kağıda, kitaba, gazeteye, dergiye ve okumaya ihtiyacımız olduğu bir zamanda, dışa bağımlı bir ülke durumuna getirildik. Okul defterleri-kitapları, basılı kitaplar ateş pahasına. “İnsanların okumasını, yazmasını istemiyorlar, engelliyorlar” demekten kendimi alamıyorum.
Üretime değil, tüketime koşullandırılmış bir toplum yarattılar. Ve her ürün buğdayından ayçiçeğine, pamuğundan tütününe, nohudundan mercimeğine, etine, taksisinden kamyonuna, ilacından medikaline, ayakkabısından montuna kadar yiyeceği, aracı-gereci, giyeceği dışarıdan getirtmeye mahkum edildik. Enerjiyi, akaryakıtı, doğalgazı saymıyorum.
İktidar, tüm bu olumsuzluklara karşın, Cumhuriyet tarihinin en büyük sanayileşme pırojesini hayata geçirmesi gerekirken, dağ fare doğurdu ve “ev pırojesini” hayata geçirmek için geri saymaya başladı. Öyle ya “ev fabrikadan daha önemli…” Demek ki arkada kalan “üç yüz yıldan hiç ders alınmamış. Beton dökmekten bıkılmamış, fabrika yapmamaktan pişman olunmamış.” Muhalefet de devletin anayasada tanımını bulan ve kaybolan “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” özelliklerini, satılan fabrika ve kuruluşları, SEKA kağıt-selüloz fabrikalarının, şeker fabrikalarının, Tank Palet Fabrikasının geleceğini gündeme getirmeli ve çözüm yollarını göstermelidir.
Bunlardan daha güzel proje mi olur?
Sevgiyle, esenlikle kalınız…