YENİDEN MERHABA…

Uzunca bir aranın ardından yeniden buluşmak; sizlere, yıldızlara uğurladığımız sevgili Bekir Coşkun’un doğduğu topraklardan, Urfa’dan seslenmek, benim için çok değerli bir başlangıcı muştuluyor dostlarım.

“Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar” özdeyişi, bir boyutuyla “Doğru söyleyenin erdemle yol alıyor olmasının yanı sıra, bu coğrafyada doğruların cezaya yargılı!” durumu! Halen tüm yakıcılığıyla güncelleniyor!

Olsun, yine de biz başımız gözümüz üzre der... Dokuz köyden kovulsak da! Medya mahallesinde ki, Bekir Coşkun’dan armağan “Onuncu köy” arayışımızı yılmadan sürdürürüz.

Ancak, sanıldığı kadar da kolay değildir onuncu köye ulaşmak! Dokuz köyden kovulma serüveni onca yürek çilesini bağrında taşır ve daha niceleri göze alınarak sürdürülebilir! Victor Hugo, “Yalan zeka işidir. Dürüstlük ise cesaret” der ve önerir; “Eğer zekan yetmiyorsa, yalan söyleme ve cesaretini kullanıp cesur olmayı dene.”

Dürüst ve cesur olabilmenin ise üç temel koşulu vardır. Bunlar; bilgi, duygu ve davranıştır. Örneklemek gerekirse, devlet malı yemenin ve zarara uğratmanın kötü bir şey olduğunun bilinmesi, toplumun ya da çoğunluğun çıkarları açısından doğru bir şeydir...

Devlet malının sakınılması, yanlış yapanların engellenmesi doğru bir davranıştır...

Devlet malının yağmalanması ve devletin zarara uğratılması durumunda suçluluk hissedilmesi ise doğru bir duygudur.

Fakat “bilgi-davranış ve duygu” her zaman birbiriyle uyum içinde olmayabilir. Ama yine de son erimde, doğruluğun temel içeriğindeki, bu değişmez üç olgunun bir arada olmak zorunluluğu kendini hissettirecektir.

Özellikle toplum olarak Ulusal Birlik ve Dayanışma duygusunun öne çıkarılması gereken, deprem felaketiyle sarsılıp canlarımızı yitirdiğimiz böylesi felaket günlerinde, yaraların sarılıp, gereken derslerin çıkartılması gerekirken, yetkili ve sorumluların suçluların telaşı içinde devlet katında ikilik yaratması...

Bunun için de dayanışmaya halel getirecek yalan şalının ardına saklanması kabul edilebilir değildir.

Deprem bir doğa olayıdır evet, ancak yaşadıklarımız doğal değil, ideolojik tercih sonucudur. Yönetim bürokrasisi, sermaye sahipleri ve onların ürettiği görgüsüz burjuvazi bu işin sorumlusudur.

Tabii ki gün birlik günü! Tabii ki gün dayanışma günü!

Ancak bırakalım da bunun “gönüllü” tarafını aracısız, doğrudan gerçek sivil toplum kuruluşlarımız yapsın. Devlet ise bunu adil ve şeffaf bir biçimde denetlesin. Devlet kurumlarının asli görevi, başta Deprem Vergisi olmak üzere vatandaşından topladığı vergilerden kötü günler için pay ayırmaktır. Ve Sosyal Devlet bu işlevini, gönüllülük temeli değil zorunlu yerine getirmekle ödevlidir.

Bu zor günlerde, adaletsiz vergi sisteminden en çok nasibini alan; çoğu işsiz veya işsiz kalma riskiyle evine ekmek getirmeye çalışan dar gelirlinin kaderini “gönüllü bağış” kampanyasına bağlamak, devletin “sosyal” olma ilkesiyle çelişmez mi?

Sonuçta tarihimizden miras imece öğretisiyle az da olsa Biz bize her koşulda yeter olsak da; önemli olan devletin maddi manevi tüm varlığıyla zor gününde vatandaşının omuz başında olması değil midir?

Elbette sivil toplum kuruluşları bağış kampanyalarına devam etmeli, felaket anlarındaki mücadelenin gönüllü tarafı tam da bu pozisyonda olmalı zaten.

Devlet ise, itibar’ı halkının mutluluğunda arayıp “ihtiyat akçesi” dahil, kendi mevcutlarını tek başına ortaya koymalı. Bunu ortaya koyacak bir bütçe oluşturmalı, oluşturamıyor ise de tasarrufu vatandaş üzerinden değil, bizzat kendi bünyesinde yapacağı “kamu harcamalarındaki tasarruflarla” gerçekleştirmelidir.

Özetle; Türkiye, üst üste gelen felaketleri bir bağış kampanyası değil, yalansız hilafsız; tarihinin en büyük Ekonomik Destek Planı ile çözümleyebilecektir dostlarım.

Denilebilir ki duymak istemeyenden daha sağırı, görmek istemeyenden daha körü yoktur. Kişiyi ya da olayları görmenin ve duymanın ilk ve değişmez koşulu; duyarlılık ve öngörüdür.

Kardeşlik ve Dayanışma duygularıyla sarmal güzel günler dileklerimle.